Hiç unutamam…

Birkaç yıl önce Konya’ya trenle gitmiştim. Otobüs pahalı, kara trenin raylarını seveyim… Vagondan vagona gezmeyi, farklı insanlarla tanışmayı kim istemez ki… Ben isterim.

Yola çıktığımızda vagonlar normaldi, fakat birkaç istasyon sonrasında tıklım tıklım oldu. Her yer insan, hayvan, eşya doldu. Tavuklar, horozlar, keçiler… Yerimi çocuklara verdim, geçtim bir çuvalın üstüne oturdum.

Vagonumuzda iki aile var idi… Tarım işçileri. Toprağı işleyen, sahibine kazandıran, sarı sıcak altında alın teriyle para kazanan toprak emekçileri… Önce kaynaştık, sonra tanıştık. Çocuklar ve kadınlar kanepeye, biz erkekler çuvalların üstüne oturduk.

Toprak savaşçılarını hayranlıkla izliyor ve dinliyordum…

Ne krizi, ne savaşı, ne politikası, ne seçimi? Onların derdi geçim, iki lokma kuru ekmek… Her şeye rağmen hayat dolu o insanların dünyasını tanıdıkça onlara karşı hayranlığım artıyordu…

Tarım işçilerinin demir külçe ellerini sıktım, tek tek tanıştım. Toprak yüreklerini açtılar… “Gazeteciyim, yazarım” dediğimde bulunduğumuz vagonda gök gürültüsünü andıran kahkahalar patladı. Hep birlikte güldük.

“He kardeş hee…” dedi benim yaşlarımdaki esmer adam, “Memnun oldum, ben de ressamım” diye karşılık verdi, yine hep beraber gülüştük.

Söyleşimizin ilerleyen bölümlerinde lise öğrencisi olduğunu öğrendiğim emekçi esmer kız, nasırlı sağ eliyle havada elips çizerek “Ohoooo… Abi sen de iyi attın ha! Meydan da boş değil ki, aha her yer dolu! Bilmiyon mu gazeteciler uçağa biner, uçağa…”

Ona da koro hâlinde güldük, güldük..

Annemin sözünü anımsadım; "Güle güle git..." demişti.