1997’nin sıcak bir yaz günü Bâb-ı Âli yokuşunu tırmanarak gazete binasına döndüğümde, “İşte geldi aradığın adam” diye bir ses duydum kapı eşiğinde.
Güvenlik görevlisi bekleme holünde oturan genç adama beni işaret ediyordu.
Bu genç adama sordum “Evet kardeşim ne istiyorsun..?”
Ayağa kalktı… Uzun boylu ve kumraldı. Deniz mavisi gözleri konuştu ilkin.. Belli ki bir konuda yardım istiyordu, çâresiz bakışlarını net okuyabiliyordum. Kirli ve dağınık saçları, alnındaki taze yara izi, bu adamın meczup ya da bîmekân olduğunun işaretiydi.
“Annemi bul” dedi ve bir adım attı bana doğru… İki adım geriye çekildim. Leş gibi kokuyordu. Sokağın kirli kokusu, üzerine sinen şarap kokusuyla karışmıştı.
Bazen saçma gibi duran sorular, anahtar olabiliyor; bu yöntemle konuya daha hızlı vâkıf olabiliyordum..
“Annemi bul” diye yalvaran bu genç adama “Annen nerede?” diye sordum!
Güvenlikçi homurdandı:
“Annesinin yerini bilse sana niye gelsin!?”
Hayatın tüm pisliğini, sokağın kötü kokusunu gömlek cebinde taşıyan meçhul insan, yakarışlarına devam etti..
“Sen gazetecisin, bilirsin.. Bulursun annemi. Kayıp insanları sen buluyorsun…”
Belli ki; kayıplar hakkındaki dizi yazım nedeniyle beni ‘kayıp bulucu’ zanneden birileri bu adamı bana yönlendirmişti.
Ağır kokuya daha fazla katlanamayacaktım. Bina dışında devam ettim söyleşiye. Notlarımı alıyordum. Nüfus kimliği yanındaydı, baktım; hem onun hem de annesinin ismini ‘resmen’ öğrenmiş oldum Hakan Altun’un…
Yaklaşık bir saat konuştum Hakan’la.. Çok dramatik bir yaşam öyküsü vardı. Parklarda yatıp kalkıyor, yarı aç yarı tok dumanlı kafayla ayakta durmaya çalışıyordu.
Sordum: “Peki, Hakan… Anneni bulursam ne yapacaksın?”
“Onu çok özledim…” dedi, birkaç damla gözyaşı yere düştü.
Hakan’ın annesini Darülaceze’de buldum. Dramatik ve duygu yoğunluğu yüksek bir buluşma oldu. Yaşlı kadın sevinç gözyaşları dökerken “Ölmem artık ben..” demişti fakat oğlu Hakan’la buluşmasından yaklaşık 2 ay sonra hayata veda etmişti.
Hakan Altun ise annesinin ölümünden hemen sonra Galata Köprüsü’nden atlayıp canına kıymıştı…