Türkiye, son yıllarda hukuk devleti ilkelerinden sapma, yargı bağımsızlığının zayıflaması, çevresel tahribat, eğitimde kaos ve dış politikada yönsüzlük gibi birçok krizle karşı karşıya. Kanal İstanbul projesi ve çevre felaketleri eleştirileri artırırken, ekonomik ve toplumsal etkiler derinleşiyor. Tarihsel geçmişle bağlantılı tartışmalar ise bugünkü sorunlara ışık tutuyor.
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı sosyo-politik dönüşüm, hukuk devleti ilkelerinden ciddi sapmalarla ve kurumsal çöküş belirtileriyle dikkat çekiyor. Yargı bağımsızlığı, yürütmenin etkisi altında neredeyse tamamen işlevsiz hale gelirken, tutuklamalar ve yargı süreçleri artık anayasa ve ceza hukukunun evrensel ilkeleri çerçevesinde değil; mevcut iktidarın siyasi hedefleri doğrultusunda şekilleniyor. Son dönemde kamuoyunda büyük yankı uyandıran Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, sadece bir yerel yöneticiye yönelik hukuki bir işlem değil; aynı zamanda Kanal İstanbul gibi stratejik projelere karşı duran muhalefetin sistematik olarak bastırılması anlamına geliyor.
Kanal İstanbul projesi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni bypass etme amacı taşıyan, hem jeopolitik hem de ekolojik boyutlarıyla tartışmalı bir projedir. Ekrem İmamoğlu gibi projeye itiraz eden isimlerin kriminalize edilmesi, Türkiye’de demokratik katılım mekanizmalarının ne derece tahrip edildiğini gözler önüne seriyor. Bu noktada hatırlatmak gerekir ki, benzer bir senaryo daha önce Ümit Özdağ’ın "açılım sürecine muhalefet" gerekçesiyle tutuklanmasında da görülmüştü. O dönem de milliyetçi söylemler susturulmaya çalışılmış, halkın hassasiyet gösterdiği milli meseleler yargı sopasıyla bastırılmıştı.
ÇEVRESEL TAHRİBAT SİSTEMATİK BİR YIKIMA DÖNÜŞTÜ
Ülke topraklarının ve sularının çevresel bakımdan nasıl bir felakete sürüklendiği de göz ardı edilemez. İngiltere’den getirilen kimyasal içerikli atıkların Çukurova gibi verimli tarım arazilerine bırakılması, yalnızca bir çevre felaketi değil; aynı zamanda gıda güvenliğini ve halk sağlığını doğrudan tehdit eden bir ulusal güvenlik sorunudur. Türkiye, gelişmiş ülkelerin çöplüğüne çevrilmiş durumda. Buna karşı çıkan çevre aktivistleri ise marjinalize edilerek, kolluk güçleri tarafından engelleniyor.
EĞİTİMDE DERİNLEŞEN KAOS VE SOSYAL DOKU KAYBI
Eğitim sisteminde yapılan sık değişiklikler, liyakatsiz kadrolarla yürütülen politikalar ve ideolojik dayatmalar, genç kuşakların hem entelektüel hem de ahlaki gelişimini baltalıyor. Okullar birer bilim yuvası olmaktan çıkarılıp, ideolojik dönüşümün aracı haline getiriliyor. Hatay’da “rezerv alan” uygulaması adı altında halkın tapulu arazilerine el konulması, hem eğitim kurumlarını hem de yaşam alanlarını doğrudan etkiliyor. Bu durum, deprem sonrası yeniden yapılanma sürecinde dahi rantı ve yandaş kayırmacılığı önceleyen anlayışın sürdüğünü ortaya koyuyor.
DIŞ POLİTİKADA TAM ANLAMIYLA YÖRÜNGE KAYBI
Türkiye’nin dış politikası ise bir yönsüzlük krizi yaşıyor. Ne Batı ittifakıyla ne de Doğu blokuyla tutarlı bir ilişki ağı kurulamıyor. ABD, Suriye politikasında Türkiye’yi yalnızca taktiksel bir araç olarak kullanmakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’deki askeri inisiyatifini de kırdı. Daha kurulmadan İsrail tarafından bombalanan hava savunma üssü bunun en açık örneklerinden biridir. Öte yandan, PKK'nın Suriye kolu PYD/YPG, artık sadece fiili değil, resmî olarak da Suriye devletinin bir ortağı haline gelmiş durumda.
Türk dünyasıyla ilişkiler de iç açıcı değil. Azerbaycan hariç diğer Türk Cumhuriyetleri, AB ile kurdukları kredi ilişkileri sayesinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Kıbrıs’ın temsilcisi olarak tanımaya başladı. KKTC’nin uluslararası alandaki meşruiyeti büyük bir darbe alırken, Türkiye’nin buna tepkisi ise yalnızca diplomatik düzeyde kaldı. Somut ve caydırıcı adımlar atılamıyor.
EKONOMİK YIKIMIN SOSYAL YANSIMALARI DERİNLEŞİYOR
Ekonomi cephesinde yaşanan kriz ise artık bir yönetim hatası olmaktan çıkmış, bilinçli bir çökertme politikasına dönüşmüş durumda. “Nas” temelli ekonomi yönetimiyle faiz karşıtı bir söylem benimsenirken, enflasyon rekor seviyelere ulaşmış, hayat pahalılığı halkın günlük yaşamını çekilmez hale getirmiştir. ABD'nin altın stoklamaya yönelmesiyle birlikte yükselen küresel altın fiyatlarına rağmen, Türkiye'de halkın yastık altı birikimlerine el konulmasına yönelik girişimler ekonomik güveni sarsmıştır.
TARİHSEL PERSPEKTİF: PASTIRMACIYAN’DAN ÖCALAN’A AYNI ÇİZGİ Mİ?
Bu tablo karşısında Türk Yurdu dergisi tarafından yayımlanan “1915 Ermeni Tehciri ve Ermeni Meselesi” temalı özel sayı, geçmişle günümüz arasında tarihî bir köprü kuruyor. Garokin Pastırmacıyan’ın ihanet itiraflarıyla dolu hatıratı, Osmanlı dönemindeki Ermeni ayrılıkçılığının boyutlarını gözler önüne seriyor. Ne acıdır ki, bugün de benzer bir figür olan Abdullah Öcalan, bir dönem Meclis’te konuşma yapabilecek kadar meşrulaştırılmış ve “çözüm ortağı” haline getirilmiştir. Yarın öbür gün Suriye’deki oluşumun başına geçip Türkiye’ye karşı savaşırsa ve bunu da bir başarı öyküsü gibi kitaplaştırırsa, geçmişi bilmeyen nesiller buna da inanabilir.