Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu, devlet adamlığını halkla iç içe olma, tevazu ve insanlıkla taçlandırmıştır.
Merhum Maliye Bakanı Adnan Kahveci ile Türk idareciliğinin efsane ismi, merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’nun dostluğu, görevlerinin çok ötesinde anlamlar taşıyan, insani değerler üzerine kurulmuş bir bağdı. Her ikisi de devletin zirvesinde yer alsalar da, içlerinden hiç eksilmeyen mütevazılık, halkla iç içe olma arzusu ve samimi duruşları, onları halkın gönlünde unutulmaz kılmıştır. Bu iki değerli devlet adamının yürek burkan bir tevazu hikâyesi, yıllar geçse de dilden dile aktarılmaya devam ediyor.
Adnan Kahveci, Maliye Bakanlığı döneminde yoğun siyasi atmosferin ve başkent bürokrasisinin baskısından yorulmuş, içinden gelen bir dürtüyle dostu Recep Yazıcıoğlu’nu arar: “Recep, Ankara’dan sıkıldım. Hafta sonu sana özel arabamla geliyorum. Kimseye haber verme. Biraz kafa dinleyelim.” Bu teklif, Yazıcıoğlu’nun içindeki halk adamı yönünü bir kez daha tetikler. “Çok iyi olur. Ben de bunaldım. Üst baş değiştirelim, köylü gibi giyinip uzak bir köyde sade vatandaş gibi bir gece geçirelim,” der. Böylece Türkiye'nin iki önemli devlet adamı, kimliklerinden, görevlerinden ve protokollerden sıyrılarak yola koyulurlar.
Yolları üzerinde, köyün kıyısında bahçede çalışan yaşlı bir köylü ile karşılaşırlar. Selam verirler, “Tanrı misafiriyiz. Kalmamız için yeriniz olur mu?” diye sorarlar. Yaşlı amca hiç tereddütsüz “O ne demek evladım, başımızın üstünde yeriniz var,” der. Eve doğru yürürken eşine de seslenir: “Hanım, bu gece bize iki Tanrı misafiri geldi. Mallarına değil, yüzlerine bak!”
Köy evinde sade bir akşam yemeği yenir, misafirlerin rahat etmeleri için evdeki tüm imkânlar seferber edilir. Misafirler sabah erkenden, sessizce ayrılır. Ancak yaşlı amca, misafirlerin kim olduğunu fark etmiştir. Eşine döner ve “Hanım, dün gece bizim fakirhaneye devletin Maliye Bakanı ile Valisi misafir oldu” der. Kadıncağız duyduklarına inanmaz: “Yok artık! O perişan kıyafetli adamlardan Bakan mı, Vali mi olurmuş?” diye alay edercesine karşılık verir.
Aradan zaman geçer. Bu kez Recep Yazıcıoğlu, görevli olarak köye resmi ziyarette bulunur. Makam aracı, korumalar ve devlet heyeti eşliğinde köye gelir. Köylüler heyecanla etrafına toplanır. Eski misafir oldukları yaşlı amca ve teyze de davet edilir. Güler yüzle karşılanırlar. Yaşlı amca, eşine dönüp “Hanım, şimdi tanıt kendini Valime. O gün söylediğimde inanmamıştın. Bak karşında duruyor,” der. Kadıncağız utançla yere bakar, mahcup olur. O anı gören Yazıcıoğlu ise tebessümle yaklaşır, yaşlı teyzeye sarılır ve yumuşacık bir sesle şunları söyler: “Teyzem, üzülme. O gün ne ben valiydim, ne de arkadaşım bakandı. O akşam biz, sadece iki yorgun vatandaş olarak geldik köyünüze. Biraz köy havası soluyalım, insan gibi nefes alalım istedik. Sen haklıydın, bizim kılığımıza bakan zaten inanmazdı.”
Bu yaşanmış hikâye, devlet adamlığının sadece koltukta oturmakla olmadığını; halkın sofrasına oturabilmekle, yeri geldiğinde bir köylünün evinde, onun ekmeğini bölüşebilmekle mümkün olduğunu en sade ve en içten haliyle anlatır. Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu, görevleri ne olursa olsun insani yönlerini kaybetmeyen, halkın içinde halk gibi yaşamayı bilen ve en önemlisi tevazuyu bir yaşam biçimi haline getirmiş devlet büyüklerimizdi.
Her ikisi de farklı yıllarda, benzer şekilde, talihsiz trafik kazalarında hayatlarını kaybettiler. Ama geride sadece unvanlarını değil, insanlıklarını, nezaketlerini, hatıralarını ve halkla kurdukları gönül bağlarını bıraktılar. Bugün hâlâ anılıyor, hikâyeleri anlatılıyor, dualarla yâd ediliyorlarsa, bunun sebebi bıraktıkları güzel izlerdir.
“Unutulmamak istersen, hayatta iken bırakabilmelisin bir eser; yoksa ölünce unutulup gidersin de, senin de üzerinden yeller eser...” Bu söz, belki de en çok onlara yakışır. Çünkü onlar, ardında sadece görev değil, onur, tevazu ve insanlık bırakan nadir insanlardandı.