RÖPORTAJ

İLİMİZİN ASIRLIK ÇINARLARI:

KESMEBURUNLU

Haçça Teyze

“Ayrık Otu Derinlere Nasıl Kök Salarsa!..”

Başlarken

Geride bıraktığımız yılın Haziran ayında, sıcakların bastırdığı günlerden bir gün Ağabeyim Mehmet Erkoçak’la birlikte Osmaniye’den Kesmeburun köyüne doğru giderken aklımda Haçça teyzeyle yapacağım bu röportajın ne işe yarayacağına dair bir soru vardı. Öyle ya, günümüzün insanı bu tür bilgilere pek de ilgi duymuyordu, ya da bana öyle geliyordu. Bu sebeple de, gerek Mehmet emin Arıel amcayla ve gerekse Fahri özdinç hocamızla yaptığım uzunca röportajlardan bu yana bir hayli zaman geçmişti. Ama, olsundu. İsterse hiç kimse bir satır bile okumasın, ötelerden bize bilgi getiren, geçmişimize ait karanlıkları ışıtıp aydınlatan birisini ziyaret etmiş olacaktık. Bir ulu insanın gönlünü hoş edecektik. Gerisi önemli değildi. Her şeyin izâfiliği (görece) gibi, dünya kavramı bile izâfi değil miydi? Öyleyse neden, yapacağımız bu ziyaret veya röportaj, Haçça teyzemiz veya bizim açımızdan dünyaya bedel olmasındı?

Bu duygular içinde Cevdetiye kasabamızın kanal köprüsünden regülatöre dönünceye kadar yolumuza devam ettik. Kanallara henüz tam olark su bırakılmamıştı. Sarpınağzı ve hatta Kumarlı köyünün kıyılarına doğru uzanmış baraj suyunun nemli ve biraz da küfsü kokusu aracımızın açık penceresinden burnumuzu hafifçe yalayışıyla kendimize geldik.

Çocukluğumuzun geçtiği topraklardı, buralar… Regülatör setinin hemen altında bir zamanlar, adına “gemi” dediğimiz sal var idi. Bütün karşı köylerin insanları yaya veya atlı veyahut at arabasıyla buradan geçer, Osmaniye’ye ulaşırdı. Regülatörle Kesmeburun köyü arasındaki yol, önceleri daha aşağıda ve ırmak kıyısından köye ulaşırdı. Yol toprak olduğu için, meyan köklerini çiğneye çiğneye gider gelirdik. Köyden Osmaniye’ye gidip gelmek çok zordu. Sadece Kesmeburun’la şimdiki Şehitoğlu’nun çiftlik evi çivarındaki Kara Dut’a gelebilmek bile büyük bir emek ve marifet işi idi.

Şimdi ne kadar da kolaylaştı, gidip gelebilmek!..

Ama bu kez de, insanın insana ulaşabilmesi zorlaştı, hatta imkansızlaştı.

İşte biz bu zorlaşmış insan ilişkisinin bir tarafını kolaylaştırmak için Kesmeburun’a, Haçça teyzeye gidiyorduk.

Kesmeburun’un su kanalı üstünde ve yol kenarında bulunan Kahvehanesini geçer geçmez sağa, dağdan tarafa saptık. Bir kişiyi “gönülden ırak tutmamak” için “gözden ırak kalmış” yola girmiştik. Sora soruştura, bilip de unuttuğumuz evi bulduk. Mahalle içindeki yolun hemen kenarında, arabayla döner dönmez on metre mesafede eve ulaştık. Karatepe, Kırmacılı, Bahçe köyünü Osmaniye’ye bağlayan ve Kesmeburun’u ikiye bölen yol ile köy sanki Haçça teyzemin ayakları altında idi. Biraz da gıpta ile, arabayı durduracak yer ararken, Haçça teyzeyi evin kapısında eşikliğe attığı bir küçük minder üzerinde otururken bulduk. Arabadan inerken, Haçça teyzenin en küçük oğlu Ahmet, öteden çıkageldi. Haçça teyze daha henüz gelenlerin kim olduğunu anlamadan Ahmet’le tokalaşıp halleştik. Haçça teyzemin yüzünde, ziyaret edilmesinin verdiği hoşluk ve memnuniyet duygusu dışında, Ahmet’le “Emm’oğlu nasılsın?” sorusunun merakıyla birleşmiş bir tanıdıklık ışıltısı vardı. Üç basamaklık taş merdiveri çıkıverip yanına varmamızı bile beklemeye dayanamayıp, içinde bizim için sevgi demetleri bulunan bir gülümseme ve ses tonuyla sormadan edemedi:

“-Amanın gurban olduğum, kim bunar Ahmet bire?” diye sordu.

Ahmet’in söylemesine fırsat vermedik, önce Mehmet ağabeyim, ardından da ben elini öperken tanıdı. Gözleri nihayet fark etti ve kim olduğumuzu anlayınca, sarıldı, yüzlerimizden öptü… Bizi nereye, nasıl oturtacağını şaşırdı sanki. Ahmet, evinden iki sandalye getirdi. Ben yanına yakın oturdum, Mehmet ağabeyim de güneşi arkasına alacak şekilde, iki metre öteye oturdu. Hoş beşten sonra, “nasılsın, iyi misin?” sorumuza:

“-Nasıl oluyum yavrum, Allah’ın bugününe şükür amma, eyi hasta oldum. Daha, yeni yeni gendimi toparlıyom… Adana’dan geleli üç gün oldu” dedi.

Merakla sordum:

“-Hayrola, adana’da ne yaptın?..

“-Ee, benim oğlan oradaydı taman…”

“Evet anlamında “Heye” diyorum. Dememle birlikte de bizim neden geldiğimiz, ne yapmak istediğimiz konusuna giremeden, Haçça teyzem anlatmaya başlıyor:

“-Bende sağlık karnesi var, ilaç yazdıracağım; oğlanı da göresim geldi, Adana’ya gediciyim. Yani hap aldıracağım. Aman yavrım beni bindirdiler. Kim bindirdi diyecin, Yaşar bindirdi. Buradan oraya kadar yavrım, istifra ettim. Daha hayatta başıma gelmiş iş değildi. Halbıkı ta Tırabızan’a gettim, ben görmedim böyle işi. Araba duttu beni. Oraya vardım, garaja indim yavaş yavaş. Garaççıya dedim, “Benim oğlan gelecek, beni götürecek oğlum” dedim. Beni günârşıya otutturun şöyle dedim. Kırık kırpık yüküm de var şöyle birez…(bekleyip nefesleniyor, sonra tok bir sesle) Yok! Oğlan gelmedi, vakit geçip gediyo. Bir polis ırast geldi; “Oğlum bire!” dedim, “Ne diyon?” dedi. “Polis misin sen?” dedim, “Hee!” dedi. O öyle deyişin; “Oğlum bire” dedim, “ benim bir oğlum var idi, gelmedi” dedim. “Neyidi oğlun?” dedi, “Mehettiş (yani müfettiş demek istiyor) idi oğlum, polis mehettişi” dedim. Öyle deyince, “Eee, o filan yerde” dedi polis. Ordan hemen telifon etti. Telifonda demişler ki, “Onun oğlu Angara’ya getti, burada yok” demişler. “Öyleyse anası burada bekliyo, araba gönderin” demiş. Tabii ordaki, merkezdâ polislere demiş. Oriye Angara’ya da telifon etmişler ki, “Anan geldi, garajda bekliyomuş” diye. Oğlan da hemen ordan evdeki avrada telefon etmiş. Derkennek, vakıt bu zamandan daha sonra, avrat geldi, arkasından iki tene daha araba geldi, polis arabası. Beni bindirdiler götürdüler. Nerde evin? Valiliğin arkasında dedim.

Avrat eve soktu, sırtımı soydu. Hasta oldum yavrum, kolum şurdan çıkmış. Kemik erimesi var ya, ocağa batsın. Yavrım kolum çıkıveriyor ordan, lifler ordan ayrılmış…

Bu arada hem söylediklerine hem haline kısa ve kesik bir kahkaha atıyor. “Yaşlılık işte, doksan iki yaşında olursan…”diyecek oluyor, hemen merak ve hayranlıkla soruyorum:

“-Doksan yaşını geçiyor musun demek?..”

“-Geçiyom ya!..” diye cevaplıyor.

“-Haçça Teyze, tam kaç yaşındasın?..”

Haçça teyzem, yaşının durağanlığına rağmen hiç duraksamadan cevabını veriyor:

“-Ben 1917’nin Haziranında doğmuşum. Cumhuriyet ilan edildiğinde yedi yaşındaymışsım. Yani ben şu an doksan bir yaşındayım.”

Dedikten sonra, “nerden nereye gittik” der gibi bir eda ile:

“-Neyise gurban olduğum, ordan Cuma günü geldim, halbıkı buradan sali günü mü, yok, pazartesi günü çıktım ıdı. “Oğlum, yavrım hastiyem, ölüyom. Beni eve salın” dedim. Amma avrat getti haplarımı aldıyıdı zatı, belli haplarım. “Yook ana” dedi, “salmam seni” dedi, doktora götürdü gurban olduğum, yedi yerimden film çektiler. Doktor demiş ki; “Şinden keri eriyeceğeni erimiş, olacağını olmuş. Behrizi de yok bunun, ne bulursa onu yesin” demiş. Ordan haplarımı innelerimi almış, “Beni sal oğlum köye, bre” dedim. Benim kırık kırpık alacağım eşyalarım var, alacağam- vereceğem var, görmeye geldim idi evine dedim.

Öyle deyişin, gurban olduğum, oğlan aldı beni garaca getirdi, ordâ (oradaki) polise, polise mi dedim, şıfore dedi ki; “Bak, anamı nereye derse oriye indir, köylü garacına” dedi, şaka yollu bir de onlara “Canınıza okurum ha sizin” dedi.

Haçça teyzem tam da eski toprak. O toprak öylesine günler görmüş, öylesine mahsul yetiştirmiş ki, saymakla biteceği yok. Bu sebeple de daha biz konuşmaya, soru sormaya başlamadan söyledikleri bu idi. Fırsattan istifade edip, zorla da olsa araya girerek sormak istedim:

“-Bak hele, ağabeyimle biz çoktandır, kendi kendimize, ulen şu Haçça teyzemin yanına gidek, gidek, gidek deyip duruyorduk. Ancak gelebildik…” derken “Anam gurban olurum, yavrum şuna bakın” diyerek bir resim çıkardı, “Bir resim geldi bana” dedi. Resmi elime alırken gayri ihtiyarî, “bunlar kimmiş bire?” sorusu çıktı ağzımdan. Resimde bulunanlardan Necdet Beyi hemen tanıdım. Haçça teyze bu arada eliyle resim üzerinde işaret ederek; “Şunun ikisi Ankara’dan geldi” diye izahatta bulundu. Diğer üçüncü kişi Mehmet Emin Arı Bey amcanın oğlu, Osmaniye Meslek Yüksek Okulu Öğretim Görevlisi sevgili Necdet Arı idi.

Haçça Teyze, “Şunun ikisi Angara’dan geldi” deyince, baktım ve Necdet beyi hemen tanıdım ve:

“-Yok, şu Ariel’in oğlu” dedim.

“-Ariel kim?” diye merakla sordu Haçça teyze.

“-Osmaniye’den kitapçı Ariel var taman, onun oğlu” dedim, yine de Mehmet Arı amcayı hatırlayamadı ve ancak;

“-Bilmem ki!..” diyebildi.

“-Bu onun oğlu da, şunlar Ankara’dan gelmiş olabilir” dedim.

Bunun üzerine resimdeki şahıslardan birini daha “Şu ormancı, şu Angara’dan geldi” diye tanıdığını belirterek durumu açıklığa kavuşturdu.

Fakat bu kez bizim merakımızı celbetti.

“-Ne zaman geldiler, ne için geldiler?” diye sormadan edemedim, ama yeni geldiklerini belirtmesine rağmen neden geldiklerini bir türlü açıklayamadı, ben de üzerinde durmadım.

Bütün bu konuşmalar arasında iki de bir “Höccet” lafı edip durdu. Sebebi de, Haçça Teyze (ki asıl adı Ayşe’dir) ile aynı kökten gelen yakın akrabalar oluşumuz idi, akrabalığımızın dayanmış olduğu geçmişe ilişkin sistemli bilgi anlamında kullanmaya çalışıyordu. Ve görüntümüzü almaya çalışan ağabeyim Mehmet Erkoçak’a da arada bir bunu hatırlatıyordu.

“-Dur hele, dur!” dedim, “Bu höccet dediğin ne, senin?”

Haçça teyze hem yüzünde hem sesinde hayret dolu iken karşı soruyu sordu:

“-Hele höcceti bilmen mi sen?”

Bu arada abim dayanamadı;

“-Asım, kapının dibine oturursan… Bu halde iken güneş görüntünün yarısını beyaz yarısını siyah gösteriyor” diyerek, Haçça teyzeme biraz daha yaklaşmamı sağladı.

Arada dolaşan “doldurma” sözler biter bitmez, Haçça teyzem asıl söze hemen girdi:

“-Höccet dediğim, yavrum; aslımız, kökümüz, nereden geldiğimizi, nelerin olduğunu demek istiyorum” dedi.

“-Hah, tamam Haçça teyze. Sorayım o halde; Sen doksan yaşındayım diyorsun, nerede doğmuşsun, kimin çocuğusun?..

Soruyu bu şekilde sorunca, Haçça teyzem sanki alnının çatına taş vurulmuş gibi sinirlendi, alındı, sözümü tamamlamama fırsat vermeden karşı atağa geçti, tıkırtılı bir gülüşle;

“-Irgımı, sülalemi yazmadın mı köpoğlu köpek seni” deyiverdi, ara vermeden devam etti; “Kim kimin hısımı, kim kimin akrabası…”

Bu sefer sözü kesme, araya giriverme sırası ben de idi:

“-Anlat işte! Bunları anlat, bunları söyle…” derken Mehmet abim de “Onu söyle işte” diye tasdik etti.

“-Baştan şu adını söyle bakalım. Biz Haçça teyze diyoruz amma, aslı nedir?” dedim.

“-Adım Ayşe Eylemen. Fakat, ölürsem babamın soy ismini alacağım. Yani mezar taşıma onu yazsınlar…”

haçça teyzem böyle söyledikten sonra derince bir nefes alıp dikleşti;

“-Biz, taaa Mulla Musa’dan gelen Yastıoğlu’yuz biz…Babamın soyadı Yastıoğlu…”

Haçça teyze “biz” derken iyice vurguluyor ve aslında “ben” demek istiyor. Merhum eşi Ali Eylemen, namı diğer “Çoban Ali” ile de çok yakın akraba olmasına rağmen, özellikle “Yastıoğlu” soyunu ileri çıkarmak için vurgu yapıyor ve doksan yıllık ömrün neredeyse altmış yılını birlikte geçirdikleri Ali emmi rahmetli ile yaşadığı gizli, özel bir takım hallerden ip uçları, sızıntılar veriyor. Haçça teyze daha “Babamın soyadı Yastıoğlu” derken, soruyorum;

“-Baban kim?..

Daha soru bitmeden, bu soruları kendisine neden sorduğumu bilmeyen Haçça teyze öfkeyle karışık, karşı soruyu soruyor:

“-Babamı bilmen mi? Topal’ın kardaşı Karadöl Memmed’i?..”

“Topal!..”Yani, dedem Topal Ali!..

Çocukluğumuzda, oğul ve kızlarının çocukları olan bizler “Topal, Topal top atar, ekşili yemiş kıç atar. Topal bizim dayımız, kırık kıçı yayımız” diye adına tekerlemeler dizdiğimiz gâzi dedemiz, Topal Ali!..

Fransız ve İngiliz gâvuruna karşı Çanakkale’de savaşırken sağ bacağını diz üstünden kaybeden dedem Topal Ali!..

Haçça Teyzemle annem Elife Erkoçak amca çocukları idi. “Babamı bilmen mi? Topal’ın kardaşı Karadöl Memmed’i?..” diye sorarken, dedem Topal Ali’nin tahta bacağını yerde sürüklerken çıkardığı hışırtıyı yeniden duyar gibi oluyorum.

Haçça teyzemin bu sorusu karşısında kısa da olsa ne yapmaya çalıştığımızı, neden kendisini konuşturduğumuzu anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Sonra da;

“-Yahu Haçça teyzem, ben soracağım sen de bize anlatacaksın. Benim biliyor olmam değil, senin ağzından anlatılması önemli” diyorum.

“-O yazdığın ayrı dâva, o gazata ayrı dâva!..” diye cevap veriyor.

“-Yani, Karadöl Mehmed’in kızısın, değil mi?…” diye sormak istiyorum ama, ancak “Karadöl Mehmed’in…” diyebiliyorum, Haçça teyzem;

“-Ebire Memmed’ini geç!.. Mulla Musa’nın torunu o, Karadöl Musa’nın” diye sözümü kesiyor ve babam tarafından geliyor o” dedikten sonra, “Senin baban tarafından geleni biliyon mu sen?.. Nerden gelip nereye gittiğini?..” diye soruyor.

“-Söyle bakalım” diyorum.

“-Hele, senin baban…” diyor, duralıyor. Sonra devam ediyor: “Senin deden…” deyip tekrar duralıyor. Bunun üzerine ben “Mulla Osman” diyerek yardımcı oluyorum, o devam ediyor:

“-Mulla Osman, Mulla Musa, Hacı Efendi. Bunlar üç gardaş!.. Eyi dikkat et buna! Bu üç gardaş, hoca takımıymış. Hacı Efendi’ye padişahtan sarık gelir imiş, yeşil sarık!..”

“-Peki Haçça teyze, bunlar nereden gelmişler buraya?..

“Bunlar mı? E, bunlar Türkmenistan’dan geliyor. Türkmen işte, bunlar…”

Haçça teyze bunları söyledikten sonra biraz soluklanıyor. Sonra devam ediyor:

“-Bunlar, gelirkennek üç kabile kalkmış Türkmenistan taraflarından. Biri Cerit, Arap; hamalı Araplarından. Biri de Bozdoğan aşireti. Biri de Avşar… Benim babaannem Avşar. Yani Avşar’a varır dayanır. Kayseri’nin pınarbaşı’ndan, Tosunlardan.. Hatta şu Tosunlar akrabaymış bize. Anam tarafından!..”

“-Şu Endel’deki Tosunlar mı?diye soruyorum.

“-Heee!” diye cevap veriyor. Ardından tekrar soruyorum:

“-Anamız tarafı mı oraya akraba?..

Haçça teyze, soruyu tam anladı mı anlamadı mı bilemem ama, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“-Fatmaârıynan (Fatma karı ile) Anşaârı’nın(Ayşe karının) emmis’oğlu Tosun Ali var idi. Daha birisi duruyor, benim gibi göm gömüleyik!” diyor. Yani, ihtiyarlayıp, iş göremez duruma gelmiş demek istiyor.

Haçça teyze devam ediyor:

“-Kara Çavuş’un avradı Raziye var. Tosun Ali’nin kızı!.. Onun iki gardaşı var; biri Burhan emmi ırahmatlık, biri de Halil idi. Onlar da öldüler!..”

Haçça teyze “Onlar da öldüler” dedikten sonra duygulanıyor, bir an hatıralara dalıyor gibi yapıp derince bir nefes alıyor. Hemen atılıyoruz:

“-Fatma Karıyla, Ayşe Karı’dan söz ediyordun” diyorum.

“-He, bu Mulla Osman’ınan bunlar, tabi adresten tapu yok. Tapu 1888’de verilmiş. Bak, kaç senelik bu laf. Bin sekiz yüz seksen sekizden dapı verilmiş. Dapı verilirken Mulla Osman ayrı almış dapısını, Hacı Efendi ayrı almış dapısını, Hallirbaham ayrı almış… Şimdi belim belim bilirim tarlaların nerde olduğunu, ben. Eyi bilirim, tarlaları takım takım bilirim…”

“-Peki, sonradan gelenler tam biliyorlar mı bunu?” diye soracak oluyorum, biraz da kahır yüklü sesle:

“-Aman” diyor, “kimin kimden haberi var da bilici?” diye cevaplıyor. Sonra da asıl konuya dönüyor:

“-Ne diyeciydim?.. Ondan keri, bunlar üç gardaş ımış; bunlardan Mehri Garı, Asiye Ebem Hallirbaham’ın kızları, iki kız!.. Pala Bekir, İrbaham Çavış, bir de Meryem gızları var ımış ölmüş. Burada ölmüş Meryem, İrbaham çavışın bacısıymış, Mulla Osman’ın da gızı.

Benim kayınbaba tarafından gelen de, yani Hacı Efendi’nin de üç oğlu var ımış. Birinin adına Hacı dellerimiş, birinin adı Musa’yımış, birinin adı da Mustafa’ymış.

Bunların alayı ölmüş. Garısı da Çakallardan ımış, Irahma derler imiş, Çakal Ali’nin bacısıymış.

Ocağın başında elleri titireye titireye, topaç gibi kalmış.

Onlar ölüp gettiksen sonra gayınbabam da ölüşün; Hössüyün Efendi bibileri oğlu oluyor bunların, Kösenin oğlu Hössüyün Efendi var ya, hanı şu öldürülen Kâzım Poyraz ırahmatlığın babası. He! İşte o, Hallirbahamca’nın kızının oğlu!.. Yani Asiye Ebemin oğlu. Ahmedeller de Mehri Garı’nın torunları…”

Hep söz ettiği insanlar Bahçe köyü ile Kesmeburun köyünün insanları!.. Yaş doksanı geçince insan gördüğü ile değil de hatırladıkları ile hayatına devam ediyor.

Neyse, Haçça teyze sözün burasında sesini biraz alçaltıyor ve:

“-Gerekmezler, gerekmezler!..Hısım bilmezler, akraba bilmezler” dedikten sonra, “öteannek bu halımda gettim, Ahmedeli Omar’ı yokladım, ikimiz bir günde doğmuşsuk da…Onun uçun vardım ıdı, kıç gırmış oturuyor, aklı da bir şeye ermiyor” diye ekliyor. Ben de, “İyi etmişsin” anlamında;

“-Tabi, tabi!..” diye tasdikliyorum. Daha fazla konuşmama fırsat vermiyor ve devamla:

“-O arada dedim, ‘Ey gurban olduğum Cenab’Allah, benden yaşlı kim kaldı?’ ‘Durak Ali kaldı, Garagedik Sülemen kaldı’ dedim. Öyle derken rahmetli Duraali tarpadan düşmesin mi oraya?.. Ulan, cennet meyvesi gimi sen nerden peydah oldun.? Cennette çorba verseler de yesek dediği gimi, seni görmeyi arzu ediyordum dayı oğlu bire dedim, Durak Ali’ye. Cennet meyvası gibi nerden düştün buraya dedim. Öyle deyince, ‘Eee bibızı (bibi kızı) sen miydin bire?’ dedi.

Ne diyeyim de… İşte oğlum geriye bunlar galmış, babanız tarafı da dağılmış. Halbuki hısım akrabalıklar sürer, geriye o kalır.

O vakıt, Kar’ismaal’ın bir Döndü bacısı var ımış. Gayıp mı getmiş niyetmiş. Kar’ismaal’ı, Meyrem’i, Elif’i Hössüyün emmim alıyo yanlarına. Dayıları oğlunun çocukları ya! Onlar böyüttü, aklım yeter ona.

Ondan keri, Hacıfakı’ynan Memine’yi de, o böyüttü… Alayı Hössüyün Efendi’nin yanında böyüdü.

“-Haçça teyze, Hössüyün Efendi kim? Bunu da açıkla da okuyanlar kim olduğunu anlasınlar bari!

“-Öne, Hössüyün Efendi, Köse poyrazın oğlu. Irahmatlık Kazım Poyraz’ın babası. Çok merhametli, vicdanlı bir adam idi Hössüyün Efendi. Allah gani gani rahmet eylesin!.. Akrabalığımız da daha sürüyor, baban tarafından akrabalığımız oradan geliyor…

Devam ediyor:

“-El kızı girmiş içeri, çor çocuk sahibi olmuşlar. Dal dal olmuş dağılmışlar. Anan tarafına gelince oğlum; anan Fatma Garı’nın torunu, Kara Fadıma’nın kızı, Omarcığın kızı…” diye peş peşe sıralarken nefes nefese kalıyor. Hemen araya girip “Dur!” diyorum.

“-Haçça teyze, Fatma Karı’nın torunu dedin. Fatma Karının çocuğu kim?” diye soruyorum.

“-Onu da diyeceğim!.. Fatma Karı, Gözü Sulular derlermiş, onlardan. Tam avratmış amma!.. Gözü Suluların kızı… Bunun Ali adlı oğlu varımış. Musa da varımış… Musa kim biliyon mu?.. Musa, Gücü Ali’nin babası. Rahmetli teyzeyin de kocasıydı taman. Omarcık da varımış. Omarcık da anayın babası, yavrum…”

Sözün burasında, biraz da tedirgin olarak, araya giriyorum:

“-Haçça teyze, biz sohbeti okuyucularımız için değil de kendimiz için yaptık sanki?..” diyorum. Yaptığımız işin inceliği onu pek ilgilendirmemiş olacak, cevabını hemen veriyor:

“-Oğlum, bunların heç birini de bilmiyonuz…Elime bir geçmişsin, bunları demeden geçer miyim?” diyor, devam ediyor:

“-Ondan keri, bunun (Fatma Karıyı kastediyor) kızı yoğumuş. Oğlu Omarcık’a askerlik çıkmış. Evvelden öksüz olursa, Kariyesi yani vilayeti ayrı olursa, askere gitmez imiş onlar. Askere salmazlar imiş. Eski Padişahın kanununda, (Sözün burasında anlaşılmayan bir nedenle, “kanunu batasıca” diyor. Soru sorumamıza da fırsat bırakmıyor, neden öyle söylediğini sözlerinin devamında gülerek açıklığa kavuşturuyor), düşünüyorum da, şuralara heç mi matbaa kuramadınız, bizi Araplara böyle rezil ettiniz… Ne diyeceğim de, ondan keri, ananı, bir dayısı var imiş, Dağlı Fakı!.. Buraya (yani Bahçe köyüne) imam durmuş…”

Sözün burasında, kamerasıyla çekim yapmakta olan ağabeyim Mehmet Erkoçak, “Neyin nesi imiş!..” diye, Dağlı Fakı’nın kim olduğunu soruyor. Tabi. Haçça teyze de hemen cevaplıyor:

-Nalbantlar’dan!.. Şimdiki Hacı Mehmed’in neyin dedesi… Papaz Durdu’nun bacısı Safiye Garı var idi. Dağlı Fakı’ynan komşular imiş… Aah hocam demiş, Safiye Garı. Ne var demiş, şu yeğenin Kara Fadıma’yı şu Omarcığa bitirsek, demiş… Dağlı Fakı, eben(nenen) rahmetlinin dayısı idi, yaa!.. Kara Fadıma’nın anasının adı da Elif’ti. Ananız Çapar Elif’in adı, ebesinin adıydı.”

Ağabeyim Mehmet Erkoçak tekrar soruyor:

“-Çapar Kız Elif’in adı, o Elif’ten mi?

“-Hee!..Anasının adı!.. Ondan sonra bunu, bir kız kaçırmış bunlar. Kim diyecin? Dayım Abaza Ümmet! Abaza Ümmet’in ilk avradı ölüşün almış bu kızı Darıovası’ndan almış kaçırmış, onu da getirmiş Gıyıkçı’ya yerleşmiş. Şimdiki bu doktor Çuhadaroğlu, (hangisini kastettiğini anlayamıyorum ama soramıyorum da. O devam ediyor) Belediye Başkanınız Davut Çuhadaroğlu, anamın dayısı oğlunun çocukları. Ebemin dayısı… (Çocuklarını kastederek) Beni eletin yanına diyom da, ne gereği var diyorlar.”

-Kimin yanına?” diye soruyorum.

“-Hele Belediye Başkanının…” diyor ve devam ediyor: “Valla, gafamı kızdırırsanız geder bulurum o zopzopuyu (sevgi ifadesi olarak kullandığını gülüşü ve sesine verdiği yumuşaklıkla belli ediyor), kökünü başını anlatırım. Ben kendinin kökünü kendinden iyi bilirim…”

Haçça teyze sözün burasında duraklıyor. Yüzünde, “hele den hele, lafın neresindeydik?” der gibi bakıyor. Bunu fark edince tekrar sözü Fakı’ya getiriyorum.

“-Eee! Dağlı Fakı!..” diyecek oluyorum, lafı ağzımdan kapıyor:

“-Ondan sonra işte, bu gelini getiriyorlar. Fatmârı’nın Ali askere gidiyor, Güc’Âli’nin babası… Seferibirlikte kalıyor. Üç oğlu var ımış. Biri Ali, biri Musa, biri de Omarcık. Omarcık da burada ölüyor. (Burada imiş evleri diyerek, Kesmeburunluların çokça oturduğu kahveden tarafı işaret ediyor.) Evleri şurdaydı, Kesmeburunda… Tarlaları buraya yakın deyi Garıcağaz ırahmatlık burada kalırdı. Bacım Fatma’nın adı, onun adı işte. Hüsne burada doğmuş, anan (Çapar Kız Elif) burada doğmuş, yani Kesmeburun’da… Ne ise, Garıcağız ölünce bunlar geri getmiş, Bahçe’ye göçmüşler. Ev issiz kalmış… Kimse yok. Garının evine göçmüş, geri varmış Omarcık deden. Varışın, o vakıt orda ölüyor. Omarcık karnında kalıyo…

Zihnimi toparlama için “Dur” diyorum ve soruyorum:

“-Omarcık dedem kimin kocası?..

“-Hele, Gara Fatma’nın kocası!” diyor.

Anlıyorum ki, Fatmârı dediği, anne annem Kara Fatma veya “Kara Fadıma”.

“-Hah! Şimdi oldu” diyorum, gülüyor.

“-Fatmârı’nın karnında kalan dayınız Omarcık, babasının adı. Sonra babasından ayırt etmek uçun Karafadıma Omar dendi.

“-Evet Haçça teyze, Karafadıma Omar, babası öldüğü zaman anasının karnında!..”

“-Hee!.. Gâvır geldi, kaçtık da Sırtlantaşı’na…”

“-Bak hele bak! Gâvur geldi de diyor, yani bu dediğin 1920’li yıllar değil mi?diye soruyorum. Bir an o tarihi toparlayamıyor ve:

“-Ne biliyim ben!” diyor ve “beş yaşındaymışım gâvırın geldiğinde. Eyi hatırlıyorum, anamı emiyim diye yola oturdum, gâvır gelirkennek… Ne diyeciyim?..”

“-Öyleyse sen 1914 doğumlusun?

“-Valla bilmiyom, Ben on dörtlü müyüm, on yedili miyim?..”

“-Tamamdiyorum.

“-Kaçta geldi idi gâvır?..”

“-1919!..

“-1919 mu? Biliyom gâvırın geldiğini canım. Cumhuriyetin kurulduğunda sekiz yaşında mıydım, ne idim.”

“-1920- 1921’de buradan kovmuşlar, düşmanı…” diyecek iken o fırsat vermiyor:

“-Öyle mi bire? Eyi bilirim, Cumhuriyetin kurulduğunda ben yedi sekiz yaşındiyedim. 23’ünde kuruldu, 23’de kuruldu. He, o vakıt adı Mustafa Kemal ıdı. Sonradan, 34 yılında Atatürk unvanını aldı” diyerek bir de Cumhuriyet tarihi dersi veriyor. Devam ediyor:

“-Ben Türk’ün babasıyım dedi, avratdan ayrıldı. Ondan sonra, çocuğu olmadı, Vaysal öyle der ya, ‘Atalığını ıspat etti, varlığını Türk’e teslim etti diye.”

“-Diline sağlık” diyoruz.

“-Ondan keri, soy ismi çıktı 34’te!.. Soy ismi çıktı, medenî kanun çıktı. Arşın battı, metre çıktı. Okka battı, kilo çıktı. Ondan keri!.. Soy ismi o zaman alındı. Ondan evvel filan oğlu filan derlerdi. Ben de 33’te üç senelik gelin idim. İşte o vakıt medenî kanun çıktı, yüce Atatürk’ün. Ondan sonra da, ne diyek oğlum; cumhuriyet kuruldu, cumhuriyet bayramı… 9 Ağustos mu necik, 29 Ağustos mu? O vakıt kurulmadı mı cumhuriyet?” diye soruyor Haçça teyze. İkimiz birden atılıyoruz:

29 Ekim!

“-O vakıt her kapıya bir bayrak taktılar. Ben bayrak diktim, bayrak diktim bu Kesmeburun’a… Medeniyetsiz bir köydü. Bir sürü bayrak diktim, bayrak astılar kapılara…”

“-Ondan sonra höccetimiz bilinmez mi oldu,Haçça teyze?”

“-Höccetiniz karışti işte, bişe bilinmez oldu. Bilmiyorlar aslını, neslini. Nerden geldin, nereye gidiyon?..

Benim anam’nan senin anan emmi kızı. Abaza Hasan’ınan Abaza Ümmet’inen de bunlar emmi kızı-emmi oğlu imiş. Senin dediyin adı Abaza Ümmet.”

“-Evet!

“-Onuynan dedem Abaza Hasan gardaş. Şimdi Osmaniye’de bir Gır Hasan var, dedemin adı. Davarcı Veli’nin oğlu.

İşte o vakıt bunlar emmoğlu!.. Yerleri, Darovası… Darovası deler bir yer var. Gettim, gördüm.”

“-Andırın’da!..

“-Hee! Andırında!.. Haştırın’a doğru şöyle düşer. Onun öte yanında da Çuhadarlı var, ormanın üstüne doğru. Eyi gaşşık, çomça satarlar, ceviz satarlar onlar.”

Belli ki Haçça teyzenin aklı hep Osmaniye Belediye Başkanı sayın Davut Çuhadar’a gidiyor olsa gerek ki, lafı dönüp dolaştırıp ona getiriyor ve gülerek:

“-Heh, heh, heh!.. O Belediye Başkanı’nın… Heh, heh!.. Bana diyorlar ki, o kötü adamın ne gereğa var da sana!..

Ulan onun dedesi paşaydı, öldürdüler diyom. Türküsünü de bilirim diyom, üç meytini!.. Paşaydı, paşa Memmet Beğ!.. Ondan keri, dedeleri mi, emmileri mi necik işte, Çuhadaroğlu derlerdi.

Memmet beği saat üçte basmışlar,

Söyletmeden kollarını kesmişler.

Gül hanımı beliğinden asmışlar,

Ağlaşır kuzular vay babam deyin,

Ağlaşır kuzular Gül anam deyin!..”

Haçça teyze Çuhadarolu’na ait bir kıta ağıt söyledikten sonra duralıyor. Belli ki diğer kıtalarını hatırlayıveremiyor. Ben lafı değiştiriyorum:

“-Haçça teyze, o taraftan bu tarafa gelelim. Topal Ali dedemle senin aranda bir akrabalık var mıydı?

“Yok!.. Bir akrabalığım yoktu.

“-Ama bizim akrabalığımız var idi değil mi?”

“-Siz Ali emmiye akrabaydınız, ben anayın akrabasıydım.”

“-Tamam!

“-İşte bizim çocukluğumuz!.. Ananla ben eyi ata binerdik. Ahh ah, atın üstünde bir resim çektiremedim bir, şiforluk belleyemedim iki, bir de saz belleyemedim üç… Yüreğim bunlardan yernik kaldı.”

Göz göze bakışıyoruz, sözlerine mi yoksa aklına gelen başka bir şeye mi olduğu belli olmayan bir gülüş, bir “hıh” sesi çıkıyor Haçça teyzeden. Soruyorum:

“-Haçça teyze, kaç tane çocuğun var?”

“-Benim mi?

Hee!..”

“-Ben on üç doğum anasıyım… Beşini kömdüm, sekizi duruyo şükür.”

“-Maaşallaah!.. Ölenlere Allah rahmet eylesin Haçça teyze. Duranların isimleri ne, bir sayalım hele!”

“-Musa Eylemen, Memmet Eylemen, ona Yaşar diyok, Yaşar’ın adı.”

“-Öyle mi?

“-Hacı Efendinin adı işte. Adı Memmet imiş.”

“-Ama Yaşar olarak biliyor millet.

“-Yok, heye öyle biliyor millet. Neyse, üçüncüsü Cafer hoca (Eylemen), dördüncüsü Zeynel Eylemen, beşincisi Zeynel’in arkasına Süleyman Eylemen, altıncısı… şey, Bestami Eylemen, yedincisi Ahmet Eylemen, sekizincisi de kızım Fatma! Ben elli yaşındaydım onun doğduğunda. Ağşam üstü dükkanı açtım da gaç kuruşluk kerim (kârım) oldu dedim idi. Kerim de oldu, gızı da oğlu da yetti Fatma’nın, en son kesenin adını da Ali emmiyin adını vuruklar. Maşallah şimdi gızı askeriyeyi kazandı da yavrıcağzım, batasıcalar paşa gızı aldılar. Onları bıraktılar da… Her şeyden anlardı da!..”

“-Çocuklarından devlet hizmetinde bulunan?..”

“Dövlet hizmetinde, Cafer hoca bulundu.”

“-Evet, öğretmen olarak!..

“-Ötekide emniyet müdürüydü. “

“-Süleyman?..”

“-Hee!.. Şimdi müfettiş oldu. Bunlar bulunuyo işte. Sülemen’in iki çocuğu polis oldu. Ondan keri, Yaşar ustanın iki tene uzman çavışı var. Yok üç tene uzman çavış, bir de sağlıkçısı var…”

Maşallah!..

“-Ondan keri, Cafer hocanın da var, bir sağlıkçısı… İşte bunlar.”

Peki Haçça teyze, torunların kaç tane? Biliyon mu sayısını?

“-Biliyom, elli tene benim torunum. Benim torunum elli tene. Bir de torun torununu gördüm.”

“-Maşallah!

“-Heye! Musa’nın torunun gişiye verdik, bir gızı oldu şöyle tıfıl tıfıl, gelir yüzlerimden öper. Adını da ne furdun de? Hicran… Adını Hicran vurun, Hocaya da gulağına okutun dedim idi. Hoca, bu Hicran nerden çıktı demiş. Valla garı furdu demişler. Ulen garı, bunuynen baş gelemiyecik biz demiş. Peygambarın göz yaşları onlar demiş. Peygambarımız yola çıktığında, Medine’ye gelirken çok ağlamış… Oralara da gettim.”

“-Hacca da gittin mi?

“-Gettim ya!”

“-Maşallah!!

“-Gettim, gettim. Benim gibi hacca geden zor bulunur. Varlığımı serdim gettim…”

“-Ne güzel, ne güzel!.. Devamlı burada mı kalıyorsun Haçça teyze?

“-He yavrım, evdeyim. Burası kocamın eviydi. Bu ev yetmiş senelik ev.” Diyor Haçça teyze. Böyle dedikten sonra, düzeltme ihtiyacı duyuyor olmalı ki, “altmış beş senelik ev, bu ev buradayken heç kimsede doğru dürüst ev yoktu” diyor.

Haçça teyzenin evi taştan örülmüş. Üzeri kiremitle kaplı. Altmış beş yıl evvel, gerek Kesmeburun’da gerekse Bahçe köyünde birçok kişinin evi, çalılardan örülmüş ve üzeri saz otu ile kaplanmış halde idi. “Senin yaşın kaç ki, nereden biliyorsun?” diyebilirsiniz. Biliyorum, zira, benim yaşım elli altı, doğduğum ev ise “huğ” dedikleri üzeri otla örtülü ev idi.

Haçça teyze diyor ki:

“-Emmin dağda davar güderken duvar örme bellemiş. “

“-Ee, bunu taştan emmim mi ördü?

“-Heye, daş duvar bu, daşınan ördü. Üstünün çimentosu yoğudu Türkiye’de…”

“Tavanı çimento mu demek?..”

“-He ya! Çimentoyu Menderes açtı buraya, çimento fabrikasını…Demir-Çeliği o açtı… Çimentonun içine de tikenli tel döşedik, öyle döktüyüdük.. ”

Demek bunun üstü beton idi ha!”

“-Beton ya! Hele ben ne diyom? Ev altmış beş senelik…”

“-Evin üstü çatı değil mi?

“-Altına salma döşedi ırahmatlık, üstüne perde takdası döşedi, onun üstüne de tikenli tel döşedi!..”

Sonra?..

“Öyle duruyor işte. Ne üstü akar, ne bişe olur… Ustaydı, bu çevrenin ustasıydı emmin.”

“-Kiremit var da üstünde Haçça teyze, onun için sordum.

“-Örttü, örttü üstünü. Sonradan yaptı onu. Şorada var daha, şorda kiremit yığılı. Çocuklar zorsundu, bir gün geliverdiler çattılar, üstünü örtüverdiler.”

Zamanına göre gerçektende Haçça teyzenin ev modern bir ev imiş. Ama şimdi en eski ve en bakımsız ev grubuna dahil olmuş.

Yine de çocuklarının sürekli ilgilendiğini gösteren izler apaçık. Hemen yanındaki evde oğlu Ahmet oturuyor ve hem kendisi hem eşi devamlı Haçça teyze ile ilgileniyorlar.

O, hep gelen gidenlerle, misafirleriyle ilgileniyor. Çünkü, bizim yaptığımız gibi diğerleri de Haçça teyze için geliyorlar.

“-Haçça teyze, höccetten aklında kalan var mı?

“-Ney?diyor Haçça teyze.

“-Kim kimin nesi, başka söyleyebileceğin var mı?diye üsteliyorum.

“-Kim , kimin nesi, işte… Sizin bir yanınız Andırın’dan, anayın ana tarafı… Baban da buralı, Bozdoğan. “

Bunu söyledikten sonra, Haçça teyze, fısıldar gibi, kendini de katarak:

“-Bozdoğanık biz…” diyor.

Abim Mehmet’ten önce ben atılıyorum:

“-Babam da Andırın’dan!..” diyorum.

“-Baban deel!” diyor Haçça teyze. “Eben Hürü garı, Andırı Dırdıbıtlı’dan,” diye ekliyor.

“-Hah! İşte!..

“-Bacısını gördüm onun…”

“-Babam derken, işte, onun atalarının Andırınlı olduğunu söylemek istiyordum.

“-He, he! Onun bacısının kızını gördüm, garıyı gördüm, Dırdıbıtlı’dan!..”

Mehmet Abim ekleyip düzeltme yapıyor:

“-Şimdi, Dırdıbıtlıya Erenler köyü diyorlar. Hürü Ebemiz ordan, Variyenni dedikleri sülaledenmiş.

“-Gördüm yavrım, gördüm. Yaylaya mı gediyoduk ne ediyoduk. Guzgun yaylası var, oraya gonmuşlar, goca pınarın başına. Buz gibi!.. Abaauuvv! Aynı, bibinizi biliniz mi, Elif Irahmatlığı? Aynı Elif’e benziyor, Eşe diyorlar.”

“-Allah Allah!” diyorum, biraz hasret, biraz merak ve hayranlıkla.

Abim:

“-Biz bibimizi bilemeyiz ki!” diyor.

“-Elif’i bilmen mi, bibini?..”

“-Yok!” diyor, abim. “Öldüğü zamana gene aklımız yetmez” diye ekliyor.

“-Tabi!diyorum ve soruyorum: “Karacalar’dakini diyor, değil mi?

Bizim söylediklerimizi iyice anlamamış olacak ki, Haçça teyze:

“-Hıı?..” diye soruyor.

“-Bilmeyiz!.. Ama çocuklarıyla devamlı görüşürüz.

“-Gucağında Dede’yinen Ali var ıdı, onu bilirdim.” Diyor, Haçça teyze. Demek ki bizi anlamış. “Yengesini gördüm o sene, hâlâ duruyormuş,” dedikten sonra ekliyor: “O da Gürcü kızı, Gürcü” diyor.

“-Ayakkabıcı Kâzım ağabeyin bacısı, Kara Kâzım var ya!..

“-Bak hele! Nerede bu?..”

“-Osmaniye’de…

Haçça teyze “Osmaniye’de…” cevabını alınca, sesini yükselterek sanki haykırıyor:

“-Onun babası Dağıstanlı, Dağıstanlı!..” diyor.

Elif Halamızın ölümünden sonra yerine gelen Emine halayı kastediyor.

“-Ali oğlu da öldü, iki sene oldudiyorum.

“Vah!” diyor Haçça teyze.

***

“-Haçça teyze, bu Nalbantlarla Kara Fadıma’nın akrabalığını tam anlayamadık. Nasıl bir akrabalık bu?

Haçça teyze, beton eşikliğin ağzına serdiği basma yüzlü miderinin üstünde iki yana bir ığralanıyor ve “He, he, hee!” diye hafif hafif güldükten sonra:

“-Gara Fadıma’nın dayısı, Nalbantların dedesi Dağlı Fakı. Dağlı Fakı derlerdi işte,. Adı neyse? Memmet mi necik?.. Kara Fadıma’nın beş tane mi ne gardaşı var ıdı. Hössüyün, Gözel Ahmet, ondan keri…”

Gerisini hatırlamakta zorlanıyor. Zorlandığını görünce araya giriyorum:

“-Peki, orda bir ‘dönükler’ lafı geçti. Kimdi o ‘dönükler’?

“-Kölebaliler bir gız böyütmüşler. Onlardan bir gız mı almışlar, gız mı vermişler, tam bilemiyom. Hatta bir tene değel, iki tene gız almışlar onlardan… Anamın bir bibisi var ıdı. Bak, anamın akrabası Sakarcalık’ta var, anamın bibisi… Koca Kâha var ıdı, o bize akraba idi. Kör Hacı’nın (Hacı Düzgün’ün) anası gene bize yakın akraba idi. Ondan keri, şeyyy!.. Ne deyiciydim hele?.. Sülemen Bozdoğan var ıdı, Karaman’dan… O da anamın akrabası idi. Bunlar koca bir kabileymiş. Ismayıl efendi var ımış Kölebalilerin. Hocaymış, âlim imiş…”

sorumuza cevap alamamıştık. Alamayacağımız da, Haçça teyze’nin isimden isme gezişiyle belli olmuştu. Sordum:

“-Kölebaliler mi?

“-Yok, soy isimleri… Bal’lar yok mu, şu Bal’lar?..”

Bizim duraladığımızı fark edince:

“-Bal’ları bilmiyon mu bire, şu Osmaniye’de dolu taman?”

“-Biliyom, biliyom!..

“-Ballar var, Ballar…”

“-Hele, öte tarafında var… Bir tarafı Sarpınağzı’na dayanır. Balkuyusu Omar rahmetli onlardan taman.

“-Onlar deel!.. Onlar ayrı!..” diyor, Haçça teyze. Tekrar başa dönüp devam ediyor:

“Kölebaliler derlerdi, Darovası’ndan… Hocanın oğlu İsmail Efendi var ımış, şeriat hocası… Oğlu Mustuk hoca var ıdı, Halil hoca var ıdı, Hafız hoca var ıdı yeni öldü daha… Ondan sonra, Ali baba derlerdi… Bunlar var ıdı, ben oraya gettim, gezdim. Bunlar yırak deel, yakın akraba!.. Halil Hocanın kızının biri, Davarcı Veli’nin oğlundaydı. Avratcağız da biziynen hacca da getti, geldi…”

Haçça teyze bunları söyledikten sonra, bir müddet susuyor. Aniden parlıyor:

“Bunları yazıp cızıp da!.. Diyorum oğlum, filanca filan yerden gelmiş, filanca da filan yerden!.. Filanların aslı şu, filanlar akraba diyom... Yok!..”

“-Yazmıyor çocuklar ha?..

“-Yok!..”

Abim geriden mırıldanıyor:

“-Zor çocukların yazması, zor!..” diyor.

“-Beni beğenmiyorlar!.. Höccet dediğimin ne olduğun bilmiyorlar, sen biliyon tabi de…

Biliyon, benim evvelden misafirim çok gelirdi. Antep’ten bir misafir geldi. Tüccarımış, iri yarı bir adam. Şorda kalanı, burada olanı toplar toplar alırmış… Bir günden bir güne heç zorsunmadım misafiri oğlum. Heç bir gün zorsunmadım. Bu misafiri alır getirir, şunu alır getirir, bunu alır getirir… Irahmatlık birez hafız ıdı, ener bir Yahudi gelse de kırk yıl hocalık yapsa, ardında kırk sene namaz kılardı…”

Haçça teyzem, bizim hayretle yüzüne baktığımızı anlayınca, gülerek:

“-Emminiz, emminiz!..”

“-Vay!.. Vay!..

“-Senin gimi cin fikirli değelim ben derdi. Ben sana ne ettim de bana cin fikirli diyon. Seni adam sınıfına çektim ne gözel, ev bark sahabı ettim, çor çocuk sahabı ettim… Ne diyecim de…Benim şimdi emmim uşakları da Mendilli İrbaham’ın çocukları, babası!.. Babası Mendilli İrbaham ırahmatlık babamın emmisi oğlunun oğluydu. Delifar Musa’nın oğlu. Benim dedemin adı Yastı Musa’ymış. Bir gardaşı da İrbaham ımış. İrbaham’ın avradı Deli Hössüyün’lüden imiş. Deli Hössüyün mıkdar ımış, ölmüş. Herif ölüşün avrat kalmış şorda. Avrat galışın, dedeme demişler ki, gardaşıyın avradını al demişler. Gedemem, ben gardaşımın yatağına varamam demiş. Avrat çıkmış ordan, Gulaç Gollu var ımış, ona gelmiş. Ondan bir kızı olmuş. Doğum yaparken avrat da ölmüş. Kızının adı Ayşe’ydi. Camız gızı derlerdi adına, camız beslediklerinden… O, Mendilli İrbaham’dan meres (miras) aldı, Mendilli de benden meres aldı. On sekiz sene uğraştıktan sanra…”

Abim araya giriyor, bir başka detaya ilişkin soru soruyor:

“-Poçulular’la akrabalık nasıl oluyor?” diyor, Bahçe köyüne götürüyor konuyu.

Haçça Teyze:

“-Poçullar’la babam tarafı en yakın akraba” diyor.

Nasıl yani?

“-Köşkerler, Poçullar!..”

“-Nasıl akraba yani?..” diye ağabeyimle birlikte atılıyorum.

“-Şimdi, Şıh Musa, Mulla Musa, Poçulu Musa, Uzun Musa, Kısa Musa, Yastı Musa… alayı Musa’ymış bunların. Soy adı verilirken Poçulu Musa, Mulla Musa, filan Musa fişman Musa derken… Dedem kısacıkmış, şo kısacık yastı herif mi demişler, Yastıoğlu oradan kalmış. Yani Kısa Musa dediğim, dedem Yastı Musa’ymış.”

Abim soruyor:

“-Yastı Musa’ynan Poçulların dedesi mi gardaş?..

“-Hep bunlar, işte!.. Emmoğlu, gardaş!.. Bunlarda başka isim yok oğlum. İrbaham, Memmet, Musa, Ismiyel… Aynı, bizdeki de öyle… Köşker Memmed’in babası da Poçullar’dan, yani bizden. Çontar Memmed’e varanaçâ… Hah hah haa!.. Kör Ali’nin avradı Eşe de bibimin kızı…”

Abim araya giriyor:

“-Köşker Mehmed’e Hacodal’dan geldi derlerdi?..”

“-Yook!.. O buralı. İsmiyel dedem var ıdı, ananınan ben çocuğuduk, öteki çocuklar gaçardı, biz varır Ismiyel dedemizin elini öperdik. Biz çocuğuduk, o gelirdi oraya…

Eee!.. Daha neler var, nerde akraba var? Akıla gelmedik yerde var, ta Diyarbekir de akrabamız var, babam tarafından. Alirıza Efendi var ımış eskiden. Goca Fakı’nın oğlu derler imiş. O da akraba imiş…

Akraba dolu, dolu da!.. Bir ucu Istanbıl’da, bir ucu Angara Keçiören’de!.. Amma!.. Ne ediyim oğlum, hangısına gediyim ben? Gençlikde gedip gezemedim. Gezmeyi sever idim. Tırabızan’açâ da gettim, Bitlis’eçâ gettim, Tatvan’a kadar gettim, Van gölünü gezdim. Epiye memleket çiğnedim. 18 sene de Angara’da Yargıtay’da mahkemeye girdim…”

“-Ne mahkemesi bu?..” diye soruyorum.

“-Hıı?.. Tarla mahkemesi. Tam 18 sene. Karakoç’un dediği hesap.”

“-Heye Haçça teyzediyorum. Sonra, yıllar öncesinden aklımda kaldığı kadarı ile ilk kıtasını mırıldanıyorum:

Gene tehir etme üç ay öteye,

Bu dâva dedemden kaldı Hâkim beğ.

Otuz yıl da babam düştü ardına,

Siz sağolun, o da öldü Hâkim beğ…”

“-Heh!.. Aynı onun gibi. Herifler nerediyese baba malını haksız çıkarıcılar ıdı. Hak ettim idi, merescilerin aliyecığı varıp gapıştılar, cayır cayır paylaştılar. Alsın herkiş hakkını, bana ne! Benim histem bana yeter.

Emmin maaşsızdı. Dedim ki emmine, senin ne bir sigartan var, ne de Bağkur’un var. Ben ne ediyim seni, dedim. Gülerdi ırahmatlık. Doymiyesice, bir sürü tarla galıyo sana dedi. Yetmiyo mu, doymuyon mu dedi. Kendinin de var birez, gendinden de tarla düştü. 26 dönüm yer verdiler bana, çocuklardan!.. Paylaştılar; gettim, hepini de dapı dairesinden hepisinin üstüne intikal ettirdim. Dedi ki müdür Abdulkadir, ‘Ayşe garı, Ayşe Eylemen. Ayşe hanım teyze, senin gibi karı, senin gibi kadın bir tane gelmiş bu dünyaya’ dedi. Hak yemeyip, hepsi benim demedin. Çoluğunu çocuğunu düşündün,dedi…”

Eliyle, evin bulunduğu yeri, oğlu Ahmet’in oturduğu ev ile yerini işaret ederek:

“-Buraya varanaçâ intikal ettirdik. Babalarının üstüne idi, intikal ettirdim. Benim üstümdeki haklarını da ettirdim. Hepiciğini paylaştık. Şimdi 46 dönüm dapı var elimde. Mazot parası verdiler. Devlet Bahçeli’nin Tarım Bakanı’nın…”

-Hüsnü Yusuf Gökalp’in çiftçilere kıyağı idi.”

“-He yavrum, o adam dapı parası verdiydi. şimdi Erdoğan istifade ediyo. Ne olucu, dönüm başına iki lira mı neci, öyle bişe verdiler.

Bu neriye veriyo, hökümet alıyo elinden dediler. Oğlum deli misiniz, manyak mısınız? Ne diyin böyle ediyorsunuz?.. Aliyecı garşı çıktı bana… Hava ısıcak, beynim gaynıyo!.. O tarlayı da intikal ettiririm, parayı da alırım dedim, sizin de canınıza okurum dedim. Alayını intikal ettirdim; vekâlet getirttim Tırabızan’dan, Amasiye’den, Niğde’den, eee şeyden… oğlanların hepsinin vekâletini topladım, giriştim buna şimdi!.. alayını intikal gördüüü, amma ısıcakta ölüyom, ondan sonra da bu dapıye yazıldım, paracığını da aldım!.. Eee, ben aldım ıdı, hepiciğinin canı istedi, şimdi alıyollar.”

“-Alırlar, Haçça teyze.

“-Bunu hangısı şey eder de, intikal gördürür? Kolay mı bunu yapmak? Ne diyin veriyim? Buz gumu yerim. Dedim, yörü oğlum almaz devlet, bu para Dünya Bankası’ndan geliyo.”

“-Borçlandırdılar amma!..

Haçça teyze, söylediğimi anlıyor anlamasına ama, o konuya hiç yaklaşmıyor ve:

“- Benim dedem Mulla Musa dutmuş dapıyı, o vermiş vergiyi. Dedem Deli Hoca vermiş vergi… Ondan keri, babam vermiş, ben de veriyom. Bu vergi tee emlak vergisi… Bağkur hakkı tanındı bana da, vaz geçtim. Çok vergi ödemişsim, Bağkur hakkı tanındı… Çitçi birliğinde kaydım çıktı, Ziraat Odasında kaydım çıktı, Çukobirliğe kaydım çıktı, her yere kaydolmuşsum…”

Haçça teyzeyi, daldığı geçmişten çıkarmak istiyorum:

“-Haçça teyze, senin yüzün, yüzünün şekli, rahmetli Topal dedemin yüzüne benzer. Topal dedemle akrabalığın nasıldı?” diye soruyorum. Bu soruya abim soruyla cevap veriyor ve tasdikletiyor:

“-Öz emmisi!.. Emmin değil mi?

“-Topal Ali öz emmim. Üç oğluyla bir gızı var ımış Mulla Musa’nın…”

“-Dur, şimdi bir şey merakıma gitti. Anam Topal Ali dedemin üvey kızı…”

“-Hee! Dezzesi oğlunun kızı.”

“-Dolayısıyla, teyzesi oğlunun kızı.”

“-Hee!..”

“-Vay be!..

“-Ee, almış nikahı üstüne, Kara Fadıma’yı almış. Teyzesi oğlunun çocuklarını ele mi salaydı?2

Abim söyleniyor:

“-Allah razı olsun, almış çocukları büyütmüş.”

Haçça teyzem devam ediyor:

“-Topal emmimin çok emeğe var. Hıı?..”

Ben hâlâ hayretimi koruyorum:

“-Bak hele! Yani, Omarcığınan Topal Ali teyze oğlu!..

“-Heye! Biri Fatmağrı’nın oğlu biri Anşa’nın oğlu, bunlar. Babam da aynı. Babam güccükleri.. Babam anamdan bir yaş güccük. Babamın bacısı var ıdı Kırmacılı’da. Melek Garı derlerdi.”

“-Yani şu bizim bildiğimiz Melek Garı, halan mı?

“-Hee, halam. Yani bibim.. Onun oğlanları var ıdı…”

“-Bak hele! Ali var idi, Ali… Belediye’den emekli oldu.

“-O, kızının oğlu…”

“-Torunu yani?..

“-Hee! Ali, yiğenim Ali! Çok severim Ali’yi… Felç olmuş diyen duydum. Anca geçmiş olsun diyen habar yolladım… Ali’yi eyi bilirim, Ali’yi. Ondan keri, bibimin oğlu şey var, Memmet Kurt var. Koca Kurt deler, Kırmacılı’dan… Kemal var, Kemal Kurt!.. Ondan keri…”

“-Bunlar neyin olur?

“-Halamın oğlanları hep.”

Belki tanıyoruz düşüncesi ve ümidiyle;

“-Bunların lâkapları var mı?” diye soruyorum.

“-Bunların soy adları Kurt. Ali’ninki Kaya da, onlarınki Kurt!.. Melek bibimin en güccük gızı burada, Takoğlu’ğulda.”

“-Hacı emmi var ıdı, Tak Hacı. Onda mı yoksa?”

“-Yok. Tak Hacı’nın gızı benim gelinim idi. Öldü, Allah rahmet eylesin.”

“-Yani, Tak’larla da akrabalık var, öyle mi?

“-Hee!.. Ondan keri, dolu böyle, dolu!.. Çok!.. Araplı’ya da hısım olduk. Sevmediğim bir Araplı’ya çattım. Uçağa binsem, uçak da Araplı’nın üstünden geçse, uçağa ortasına düşürürüm. Deli …… var ıdı, bilir misiniz?”

“-Heye!..

“-Onun emmisi idi. Deli …… nerelerde diyen sordumudu, buradaymış.”

“-Doğru! Burada, Osmaniye’de!..

“-Vay!.. Omusilli gelin, Öğretmenler Bankası müdürüydü, avradı… Adana’dandı…”

***

“-Hataylının adı Mustafa Kızıldağ imiş, adam ‘elimde höccet var’ dedi. Bu çevrenin dedi soyunu, kökünü, başını bilirim dedi. Adam bana, “kızım dedi, Ceyhan cerit” dedi. Yörüğü de var ceridi de var dedi. Tecirliyi deyim mi dedi. Toprakkale, ondan keri, Sakarcalık, Kırmıtlı, Araplı dedi. Kendi Hataylı amma, tüccar ımış. Sakarcalık, Kırmıtlı, Araplı, Dervişiye dedi, bunların kökleri de abdal dedi.

Heyle olmuş da abdal olmuş Mustafa emmi dedim. Kızım dedi, bunlar göç etti şeyden dedi, Semerkant, Buhara… işte ordan göç etmişler bunlar dedi. Türkmenistan tarafından göç edip… gelirken de… Arap da mı geliyo ne ediyo. Kuraklık mı olmuş ne oluksa, göç edip gelirkennek Cerit’inen Avşar!.. Aslını ararsan da Avşarı ara deller!.. bizim biyanımız da Avşara dayanıyo, sizinki de… Fatmârı Avşar gızıydı. Ebeminen o bacıydı, Avşar gızı.

O vakıt Gannaçit’in oraya gelişin Cerit’inen bunlar Avşarlar garşılaşıyorlar. Dadaloğlu’nun zamanı… Senin deven ileri geder, benim devem ileri gederdi derken yolda bir doğüş etmişler. Gannaçit adı ordan galık işte. Ondan keri, buraya da gelişin… Ceritleri Ceyhana yerleştirmişler, Avşarı da Cahan’ın kenarına yerleştirmişler; şu Celiluşağı, Hüruşağı tarafına… Bunların yerleri yayla imiş, bunlar ısıcağa dayanamamış Kaşseri’ye kaçmışlar. Cerit de orda kalmış. Bozdoğan’ı da… şurda şey var… Doruk, Zeytinbeli…bunları da oraya yerleştirmişler. Onlara bağ çıbığı vermişler, bağ dikin demişler. Onlar da bağın çıbığını yakmışlar, onlar da gaçmışlar şu yöreplere!.. Buralara gaçmış Bozdoğan aşireti.

Biz Bozdoğan’ık, onlar cerit. Öteki Avşar!.. Abdalı da sorarsan dedi o adam bana, Kör Mahmud’a sor dedi.

Sayım Comart diyor ki, “Emmi gızı saçına kurban olurum, şunu hesaba getir” diyo… Mahmud’u diyo yani.

Diyorkine, “Cerit bea(beyi), Afşar bea, Bozdoğan bea üçü bir olmuş, ata binmişler, Düziçine doğru depiklemişler. Bura bea yeriymiş, gedek görek” demişler. Vara vara varmışlar kı diyo, beyin çadırının göbeğande davıl asılı duruyo. Abaao, abdal ımış demişler. Ordan göçüp gelirken de döğüşmüşler, abdallar Düziçi’ne kaçmışlar. Abdallar korkak olur oğlum. Düziçi’nin kökü ne oğlum? Tecirlili, abdal. Abdallık ordan geliyo bunlara.

Böyle dersem Kör Mahmut patırdıyo. Heç görünüz mü onu?”

Bizim emektar, Osmaniye’mizin en eski arzuhalcisi Mahmut Keleş’i soruyor Haçça teyze. Kısaca cevap veriyorum:

“-Görürüm!..

“-Görürsen çok selam söyle. Dezzemiz var böyle, böyle de!”

“-Derim inşallah!.

“-He, ne diyek de!.. Böyle ettik, böyle işler olmuş oğlum. Bak, ben bir zamanında, yıl 1974, Temmuzun onu. Çat pat Kıbrıs’tan haberler geliyor. Kıbrıs’tan haber gelirkennek, ulen şu evin arkasından çıktım, şöyle daynedim idi oğlum, boyraz tarafını şöyle!.. Ulan yavrım bir atlı, bir atlı, bir atlı… havada uçuyorlar, ayakları şöyle her birinin…

Düşümde, düşümde!.. Uçuyor atlar. Şöyle geliyorlar, ganatları yeşil, üstündea adamların geyimleri biyaz, börkleri biyaz.. Derkennek, geldi geldiii, kalaya gelince şöyle döndü… Uşak, guş uçar da, at da uçarmıymış dedim. Osmaniye’ye vardı, Osmaniye’ye varışın Toprakkale’ye dönüverdi. Uyanıverdim, sabah namazıymış.

Mıkdar Mustuk şurdan gelir gederdi, “Nautuyon dezzem gızıı” derdi ırahmatlık. Onun anası da akraba bize, anası Bal’lardan. Nautuyon dezzem gızı deyişin, böyle böyle dedim. Öyle deyişin, dedi ki, inşallah yardım gelecek heriflere dezzazı, gözel düş görmüşsün dedi.

Gören gördü de, yoran da yordu, biliyon mu dedi ırahmatlık. Künde geçer burdan namaza… Valla oğlu, ayın on sekizine, yirmisine varmadan, herifler gettiler barış guvvetleriynen, bir günün içinde oriyae alıverdiler. Alıverişin.. Rauf Denktaş sonra bunu anlattı biliyon mu? Haberlerde diynedim. Demişki subayın birine, oğlum bu ataş cemberinde nasıl indiniz, askere de sival sorulmaz amma demiş. Valla, biyaz atlarınan, biyaz adamlarınan indik amma, ataş cemberinin içindeyik. Bir baktım urumun gırfı çıkmış, demiş.

Ya, işte böyle!..”

“-Evet Haçça teyze!.. Dillerine sağlık!..

Haçça teyze, şu an yanında ne bir torun var, ne gelinlerinden biri!.. Ahmet de yok. Burada tek başına nasıl vakit geçiriyorsun?

“-Nasıl vakıt geçireyim ki!.. İlahi söylerim, tespih çekerim, gülerim, ağlarım!.. İşte, gelen giden olur. Böyle vakıt geçiririm.

“-Gelen giden olur’ dedin de Hatça Teyze, bir iki yıl önce yanına bir bayan gelmiş, çuval ve kilim desenleri üzerine bir araştırma yapıyordu!.. Hatırlayabildin mi?”

“-Hıı?.. He!.. Emel, Emel!.. Gara gız.” Diyor Haçça teyze, Emel Kürtüloğlu’nu hatırlıyor.

“-Sen bir şeyler anlatmışsın, o da kaydetmiş. Mesela, senin sınıkçılığından (sağaltıcı) bahsetmiş. Sınıkçılığın var mıydı demek?”

“-Ee! Hele bilmiyon mu? Evvelden çok eyi kırık sarardım amma, gayrı ellerim kollarım dutmaz oldu. Kuvvetim yetmiyor.”

Gerçekten de güçten düşmüş Haçça teyze. Sayın Emel Kürtüloğlu Üç sene önce gelmiş, Haçça teyzeyle epeyce sohbet etmişler. Şu an özel bir eğitim-rehabilitasyon merkezinde görev yapan Emel hanım, o zamanlar fakülte bitirme tezi çalışmaları için Haçça teyzeyi ziyaret etmiş. Araştırmalarını kilim, çuval, savan gibi dokumalar üzerindeki motifler üzerine yapan Kürtüloğlu, kısa bir tanımlamadan sonra Haçça teyzeden ağıtlar üzerine de kısa bir derleme çalışması yapmış. Haçça teyzeye gelmeden önce bana bir nüsha fotokopi çektirip vermişti. Haçça teyzeye okuyacağımı söylediğim zaman, yüzü ışıl ışıl, “Hı, de bakiyim” diyor. Tam okumaya başlayacakken:

“-Haçça teyze, dört tane ağıt söylemişsin amma!..”

Yüzüme biraz da merakla bakarak:

“-Eee?..” diye soruyor. Devam ediyorum:

“-Ben ikisinde biraz eksik birazcık da hata görür gibi oldum, sen daha iyisini bilirsin amma!..”

“-Oku bakalım, neci imiş.”

Okuyorum:

“Kesmeburun köyünde ikamet eden Hatice teyze (Ayşe Eylemen-kimlikte) 1917 doğumlu… 88 yaşında olmasına rağmen hafızası çok iyi ve çok zeki bir kadın. 16 yaşında evlenmiş, 8 çocuk sahibi. Halk diliyle tam Osmanlı kadını.

Çocukluğunda söylenen ağıtları bu güne taşıyor. Kaçkaç (Kurtuluş savaşı yıllarında) Bahçe köyünden Poyraz Hüseyin’in hikayesi şöyle…”

Elinde kamerasıyla bizi kayda almakta olan Mehmet ağabeyim;

“-Hıı!.. diyor, nasılmış bakalım?” diyor. Ben Emel Kürtüloğlu’nun tuttuğu nottan okumaya devam ediyorum:

“-Hüseyin ailesi ile birlikte Geben yaylasına gider. Burada malları (hayvanları) Ermenilerin arazisine girince, Ermeniler bunu fırsat bilerek Poyraz Hüseyin’i öldürürler. Bunun üzerine yakılan ağıt şöylediyecek iken ağabeyim atılıyor. Ermenilerin kışkırtıldıklarını, Türkleri öldürmek için planlar kurduklarını, Molla Hüseyin’le Poyraz Hüseyin’in nasıl öldürüldüklerini kısaca anlatıyor. Molla Hüseyin’in kızı merhum Poyraz Fadıma’nın anlattıklarını anlatmak istiyor ama, Haçça teyze fırsat vermiyor:

“-Bire ulan, işte, Ermeniler hayvanları mahana (bahane) ediyorlar” diyor.

Emel Kürtüloğlu, Haçça teyze görüşmesinde Poyrazoğlu Hüseyin’in ağıdından da üç kıta kaydetmiş:

Hengi inen hüngü inen,

Kayfe yükte dengi inen.

Öldürmüşler Ermeniler

Gümüş gama süngü inen.

Mehmet ağabeyim yine müdahale etmek istese de fırsat vermiyorum ve diğer iki kıtayı da okuyorum. Okurken ağabeyimin neden müdahale etmek istediğini anlar gibi oluyorum. Çünkü bu iki kıta da birincisinde olduğu gibi, ağabeyimin merhum annemden derlediği dörtlüklerle tam uyuşmadığını, varyant oluşturduğunu fark ediyorum:

Düşümde gördüm düşümde,

Ağılı kefiye başında.

Öldürmüşler Poyrazoğlu’n,

Yılanlı taşın başında.

Kele n’oldu, kele n’oldu?

Kürdüstan kilimim soldu.

Bir yalınız dayım oğlu,

Yaymaya koydu da getirdi.”

Emel Kürtüloğlu’nun bu tespitlerini okuyunca, ağabeyim Mehmet Erkoçak’ın annem elif Erkoçak’tan derlediği Poyrazoğlu hikayesindeki ağıdın da tamamını yanıma alarak geldiğim için, onu da okumak istiyorum.

Mehmet ağabeyim araya giriyor:

“-Asım, Haçça teyzemin söylediği son kıta bizde yok!..” diyor.

“-Abi, o kıta yok da!.. Bir de, Haçça teyzemin yazdırdığı ikinci kıta senin tespitindekinden daha doğru gibi geldi bana…” dedikten sonra, annemizden derlediğini okuyorum:

“Ağılı kefiye başında,

Azgın yarası döşünde,

Öldürmüşler Poyrazoğlu’n,

Yılanlı taşın başında.”

Bu kez de abim itiraz ediyor ve diyor ki:

“-Yok Asım, her ikisi de olabilir, her ikisi de uygun…”

Bir-iki saniyelik bir sessizlikten hemen sonra ağabeyim Mehmet’e soruyorum:

Abi, ağıdın tamamı burada, okuyayım mı?

Ağabeyim, “Sen bilirsin, oku!” dercesine dudak büküp omuz oynatıyor. Her okuyuşumda duyduğum ürpertileri duyarak bir kez de burada okuyorum:

Çinçinden göçü çekilir.

İner Geben’e dökülür.

(Malı Geben’e dökülür.)

Ünü böyük Poyrazoğlu’n

Yedi lök birden yekinir.

Kır atına binememiş,

Kirmen gibi dönememiş.

El yaylaya göçerkennek,

Poyrazoğlu göçememiş.

Ağılı kefiye başında,

Azgın yarası döşünde.

Öldürmüşler Poyrazoğlu’n

Yılanlı taşın başında.

Hengiyinen hüngüyünen,

Kahve şeker dengiyinen.

Öldürmüşler Ermeniler

(Öldürmüşler Poyrazoğlu’n)

Martininen süngüyünen.

Poyraz nenni Poyraz nenni.

Birin verdim ala kanlı.

Ben buraya böyle geldim.

Al veleli, türlü donlu.

Poyrazoğlu elin Beyi

Çifte dövülür dibeği

Öldürmüşler Ermeniler

(Öldürmüşler Poyrazoğlu’n)

Yetim kalmış beş bebeği.

Kele Anşa kele Eşe

Üstümüze oldu paşa.

Öldürmüşler Ermeniler

(Öldürmüşler Poyrazoğlu’n)

Mamalar eder tamaşa

Çinçini de beri aşmış

Gebene gelince şaşmış

Ünü böyük Poyrazoğlu

Cinni nin eline düşmüş…”

Poyrazoğlu’nun ağıdını okuduktan sonra tekrar Emel Kürtüloğlu’nun notlarına dönüyorum, “Haçça teyze Emel kızın şöyle devam etmiş” diyorum:

“Hatice teyze o dönemleri anlatmaya devam ediyor; ‘Ermeniler bir gece Hacın’ı (Tufanbeyli’yi) basmışlar, kırfını çıkarmışlar (yerle bir etmişler). Halk kaçma fırsatı bulamamış, çünkü aynı zamanda Sultan Suyu da taşmış, halkın yolu iki taraftan da kapanmış. Bunun üzerine ağıtlar yakılmış:

Nursel Efendi’nin kızı,

Haktan kara olmuş yüzü.

Ermeni kurşunu değmiş,

Anan gadan alsın guzu.

Öldürme kurban olayım,

Kör elimin bir değneği.

Bir süs bebek yenilir mi?

Ete yapışmış köyneği.

Yaşa Tufan beyim yaşa!

Yazılanlar gelir başa.

Kaytancı Nursel Efendi,

Sarığı dolamış taşa.

Kara kazanı koymuşlar,

Bebekleri kaynatırlar.

Gün görmedik hanımları,

Süngülerde oynatırlar.

Devlet Bahçeli’nin dedeleri kaçkaçtan önce Trabzon’dan Bulanık Bahçe’sine müftü olarak atanmış. Kardeşi Yusuf ile bu köye yerleşmişler. Ermenilerle birlik olmayınca Erzin’de; müftü ve kardeşi Yusuf’u asmışlar. Bunun üzerine yakılan ağıt…”

Mehmet ağabeyim, elindeki video kamerayı durduruyor ve;

“-Asım, bunları yazacak mısın?..”

“-Evet!..”

“-O zaman gardaş, ben kısaca olayı anlatayım!.. Onların ağıdını da aldın mı yanına?..”

“-Heye!.. Onu da aldı idim…

“-Onu da eklersin…” diyor ve devam ediyor.

“-Devlet Bahçeli’nin dedesi olup olmadığını bilmiyorum ama, büyük ihtimalle değil1.. Şimdi… Bugün canı gönülden girmek istediğimiz Avrupalılar, o zamanlar Osmanlıyı yıkmak için planlarını uygulamaya başlamışlar. Bizlerle asırlardan beri birlikte yaşamış olan Ermenileri kırşkırtmışlar. Ermeniler, birlikte oturdukları mahalle komşularını, köylülerini işkencelerle öldürmeye başlamışlar. Osmanlı devleti, bugün olduğu gibi o gün de, Avrupalıların yaptığı baskılar nedeniyle Ermenilere karşı gevşek davranmış. Bu da Bahçe müftüsü ile onun gibilerini harekete geçirmiş. İş başa düştüğü için Müftü, Ermenilerle savaşmak isteyenlere önderlik etmiş. Fakat Avrupa devletlerinin ağır baskısıyla Osmanlı devleti, Ermenilere karşı savaşan bu liderleri cezalandırmış. Bahçe müftüsü Mehmet Efendi de Erzin mahkemesi tarafından idama mahkum edilmiş. Padişah II. Abdülhamit affetmişse de, af kararı ancak idam cezası infaz edildikten sonra ulaşmış. Tabi, asılan sadece Müftü değil… Kardeşi Yusuf da asılmış.

Şimdi, Haçça teyzem nasıl ağıt yazdırmış, bilmiyorum amma, Müftü Mehmet Efendi ile kardeşi Yusuf’a ağıt yakan, anaları Güllü Hatun!...”

“-Tamam mı abi?

Abim “tamam” der demez, emel hanımın yazdığı üç kıtalık ağıdı okuyorum:

“Şu Erzin’den getirdiler,

Musallaya yatırdılar.

Öldüğüne yanmıyorum

Gavur kefi yetirdiler.

Müftüm güneş, Yusuf doğan

Verin kefinimi giyem.

Şimdi ayalleri sorar

Ben onlara neler diyem?

Gümüş yüzük parnağında

Çuha şalvar dırnağında.

Gadan alam anam bacım,

Müftü kimin örneğinde?

Atın çekin pazara,

Yusuf uğramış nazara.

Gurban ollum emmilerim,

İkisini kon mezara…”

“-Bu, bu kadar!..” diyerek ağabeyime bakıyorum ve soruyorum:

“-Abi, senin derlediğini de okuyayım mı?..

“-Eee, ebire oku ya!.. Oku hele oku!” diyor Haçça teyze.

Aynı hüzün ve ürpertiler içinde okuyorum:

Biri Yusuf, biri Müftü.

Böyle m’Osmanlı’ nın ahtı.

Yusuf’ umu öldürenin,

Yıkılsın sarayı tahtı.

Gül ağacın budamışlar.

Gülü gonca açsın diye.

İkisini de öldürmüşler,

Ocağı batsın diye.

Müftünün sakalı gara.

Yusuf’ umu çekmen dara.

Kefinneri boğazında.

Hep asmışlar sıra sıra.

Müftü güneş, Yusuf ay’ ım.

Vezir kefenneri geyin.

Habar alır avratları.

Dayan oy yüream dayan.

Gül ağacı boğum boğum.

Gül yaprağın döktü bugün.

Yusuf’ umun çift gelini,

Bülbül oldu öttü bugün.

Yusuf oğlum kibar bekar.

Ayağına çizme çeker.

Dolansa saraya varsa,

Kaymakam ayağa kalkar.

Erzin’ in de içi sulu.

Seni astıran gâvur oğlu.

Sana ayan olmadı mı?

Sen ulaş Hazreti Ali.

Hem okuyan hemi yazan,

Evimi odamı bozan,

Elim’aldım çift sarığı ,

Gapı gapı eller gezem.

Değirmenin yolu güzel.

Yel eser de kumu tozar.

Müftüm darağacın görünce,

Değirmenin için gezer… “

Haçça teyze dayanamıyor. “Vay gavıroğlu gavırlar, vay!.. şimdi de soygırım mı necik bişe uydurdular. Soyları kırılasıcalar…” diyor.

“Haçça teyze, bir de Ömer ile Osman’ın ağıdını yazdırmışsın. Onu da şöyle demisin.

“-Semerkant-Buhara’dan göç eden Cerit, Avşar, Bozdoğan aşiretleri Kanlıgeçit’e gelirler. Burada hangi aşiretin devesi öne geçecek, bir türlü anlaşmaya varamazlar ve kavga çıkar. Bunun üzerine dağılırlar. Ceritler Ceyhan’a, Avşan aşireti Cahan (Ceyhan ırmağı) boyuna, Bozdoğan aşireti de Kesmeburun, Endel, Kırmacılı bölgelerine yerleşirler. Amma bir müddet sonra sıcağa dayanamazlar. Avşar’ların bir kısmı Kayseri’ye göç eder. Cerit aşireti de göçe karar verir. Avşarların bundan haberi olunca Ağyol’da Cerit aşiretinden iki gardaş Ömer ve Osman ölürler. Bacıları bu acıya dayanamayıp ağıt yakarlar.

Elimde de ban kılıcı

Ciğerime battı ucu.

Bir elimde iki efe

Ne zaman sabah omucu/

Omar Osman gardaşlarım,

Gitmez burada gışlarım.

Eller bana deli diyo,

Deli miyim gardaşlarım?

Omar, Osman gayfe döver,

Mavi püskül yana eğer.

Yernik getti babam oğlu,

Her gapıda bir gız deyner.

Omar’ın duttuğu huğlar

Otu yüzün gıyıcığlar.

Var gardaşın çit gelini

Silini silini ağlar.

Omar Osman gayfe döver

Mavi püskül sallayarak.

Göç göçüyor babam oğlu

Komşusunu kollayarak.

Eli ivil ivil işli

Ağ iğnesi heril başlı.

Var gardaşın çit gelini

Gövel ördek yürüyüşlü..”

-Haçça teyze, Emel kızımızın senden yazıp da bana da verdiği bunlardı…

“-Yavrım, gece yalınızım amma, gündüz issiz galmaz ki!.. Emel gimi dolu gelenler var. Uhuuu, eşim dostum, gelen geden hış gimi!.. Emel’in aldıkları nakış, nakış!.. Abooo, ocağına düştük nakışın dedi.. Şunun adı şu, şunun adı şu… derken, sevindi kızcağız. Kiminle geldiği yarabbi, dayısı oğlu muydu ne idi, birisiynen geldiydi… bak hele, o gız Angara7da okuyodu..”

“-Bitirdi, bitirdi okulu...”

“-Yanına gellim dediydi, gelmedi bire..”

“-Şimdi, benim Fatmacığım’ın da devam ettiği Özel Gülen Gözler Eğitim okulunda öğretmenlik yapıyor” dedim.

“-Bak hele, nakış öğretmenliği mi yapıyor?”

“-Yok, nereden nakış öğretmenliği yapıcı ki? Nakışlarla uğraşan mı var ki de nakış öğretmenliği yapsın? O, o konuda bir araştırma yapmıştı. Hatta bir de kitap hazırlamıştı…”

“-Onu Çakal Memmet salıktı. Çakal Memmet demiş, böyle böyle!.. Şey getirdiydi, Çakal İrbaham getirdiydi.”

“-Tamam, tamam!.. Diline sağlık Haçça teyze. Aslında daha uzun bir zaman için gelip dinlemek isterim, daha fazla bilgi almak isterim de!.. Yahu, senin siyasi yönün vardır, senin sosyal yönün vardır. Senin düğünlerde, rahmetli anamla ne hatıraların vardı, ama…

Mehmet ağabeyim geriden sesleniyor:

“-Hele, demiyor mu, ananla ikimiz ata biner yarış ederdik diye!..”

O günleri yeniden hatırlayan Haçça teyzem:

“-Gına türküleri, gelin övmelerimiz, ondan keri, gelini götürürken;

Hopladım geçtim Tunayı,

Kır ata vurdum kınayı.

Ağlatman karı anayı,

İşte koyup gediyorum

Gediyorum, gediyorum

Ya ben size nediyorum?

Hopladım geçtim eşiği,

Sufrada koydum kağı.

Böyük evin yakışığı,

İşte goyup gediyorum.

Gediyorum, gediyorum

Ya ben size nediyorum?

Diyor. Ondan keri, öteki gız çocukları bişe çağırıyor. Şey bire, ilkokul çocukları, televizyon çocukları…

Ben varmam Arıklı’ya,

Dabanı yarıklıya…”

Haçça teyze burada, zamanın getirdiği değişikliklere ve tuhaflıklara olsa gerek, gülüyor.

“-Bunları diyor, bunları çağırırdık düğünlerde…

Eğilin gızlar eğilin,

Ha, ha,ha!.. Çocuklar bunları söyleyip söyleyip oynuyolar. “

“-Heye Haçça Teyze, doğru...

“-Amanın, bunlar bizim türkümüz üdü, dedim…

Ben varmam ovannıya,

Ayranı soğannıya.

Allah nasip ederse,

Sağ eli doğannıya..

Bunlar hatırımda duruyor amma, ses galmadı, vücüt galmadı…”

Ağabeyime fısıldıyorum:

“-Afşar havası değil mi?.. Sağ eli doğannıya diyor” diyorum.

Mehmet Ağabeyim de:

“-Afşarlarda daha çok..” diyor.

Haçça Teyzem hafif gülerek sözümüzü kesiyor:

“-Allah nasip ederse sağ eli doğannıya varıcı. İnekliye varmayıcı, sinekliye varmayıcı, sidikliye varmayıcı; sağ eli doğannıya varıcı.”

Hep birlikte gülüyoruz. Haçça teyzem bu hususta hatırladığı dörtlükten iki mısra okuyor:

Ben varmam inekliye,

Ayranı sinekliye!..

Ne diyeceksin yavrum, işte böyle!” diyor.

Haçça teyzemin derin bir nefesle söylediği “işte böyle” sözünden anlıyoruz ki, bize o anda harcayabileceği takati bu kadar.

“-Dillerine sağlık ana, Allah razı olsun. Allah sağlık ve sıhhatler versin” deyip röportajımızı noktalıyoruz. Kayıt cihazımızı kapattıktan sonra iyice fark ediyorum ki, yorulan ve kocayan sadece biz değiliz, zaman da bir hayli ilerlemiş haldedir. 2007’nin Haziran’ında, terlemeye başlamış sıcak bir yaz gününü geride bırakmaz üzere olduğumuzu anlıyoruz ve Haçça teyzenin ellerini öpüp, ayrılıyoruz.

SON