BİR ZAMANLAR TUNCELİ GERÇEĞİ...

Abone Ol

Doğu ve Güneydoğu’daki olaylar 1995 yılında şiddetini yeniden arttırmıştı…
Birçok ocağa ateş, binlerce yüreğe tarifsiz acılar düşmüştü.
Kanlar oluk oluk akarken, “Çözüm üretmek, çözüm konuşmak” yerine, Türk ve dünya basını en çok da “Tunceli’de neler oluyor?” sorusunun peşine takılmıştı.
Gazete ve televizyon haberlerine göre bu kentte ‘gıda ambargosu’ uygulanıyordu.
Üstelik de Tunceli’ye giriş-çıkışlar yasaklanmıştı!
Bu duruma en çok “kafayı takan” kişinin gazeteci Fatih Altaylı olduğunu hatırlıyorum; köşesinden sürekli veryansın ediyordu.
Nasıl olurdu da kendi ülkesindeki bir kente giriş – çıkış yapılamazdı!?
Ben de fena hâlde kafayı takanlardandım şu giriş-çıkış meselesine…
“Gıda ambargosu ve giriş-çıkış yasağını” bir türlü hazmedemiyordum.
Köşem de yoktu ki, her gün veryansın edeyim!
Ağustos ayının cehennemî sıcağında kararımı verdim; ne yapıp edip Tunceli’ye girecektim!
Muhabir olarak çalıştığım Türkiye Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni İsmail Kapan’a plânımı açıkladım.
Biz muhabirlere her zaman moral ve cesaret veren İsmail Kapan, beni dinledikten sonra hiç tereddüt etmeden şöyle dedi: “Sana güveniyorum, sen başarırsın Ali... Ne gördüysen aynen yaz ki, okuyucularımızı yanıltmış olmayalım..”
“Tunceli’ye girmiş kadar” sevinmiştim; hemen yola çıktım. Önce Diyarbakır’a gittim, dönemim OHAL Valisi Ünal Erkan’la görüştüm; gıda ambargosunu kabul etmedi, ancak ‘gıda kontrolü’ olduğunu söyledi. Masaya yumruğunu vurarak şöyle diyordu Ünal Erkan, hiddetli bir ses tonuyla: “Kardeşim, sen bir kamyon unu mezradaki evine götüremezsin..!”
“ Bana niye bağırıyorsun kardeşim, ben mi un taşıyorum” diye çıkıştım… Tabii, bu çıkışmamı içimden sessizce yapmıştım…
Diyarbakır’dan da Elazığ’a geçtim. Oradan ise minibüsle Tunceli’ye doğru hareket ettim.
Yanında oturduğum Tunceli’nin ‘yerlisi’ bir adamla tanıştım; iyi denk gelmişti, onun da adı Ali’ydi… Yine sevindim, adaşımla yan yana yolculuk yapıyordum. Ali ağabeye durumu izah ettim, Tunceli’ye neden ‘girmek’ istediğimi anlattım. “Gerçekten giriş çıkışlar yasak mı?” diye de sordum.
Adam öyle bir yanıt verdi ki, şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim…
“Gazetecilere güvenmiyoruz, bizi ve şehrimizi çok kötü tanıtıyorsunuz. Kim bilir sen neler yazacaksın, bizi nasıl karalayacaksın… Yabancılar ve gazeteciler Tunceli’ye girmesin daha iyi” dedi.
Açık açık konuştum adamla… “Ben önce insanım, sonra gazeteciyim Ali ağabey.. Sen merak etme, söz veriyorum yanlış bir şey yazmayacağım”
Adam başını çevirdi, yüzüme baktı, baktı ve gülümsedi; “Tamam, sana güveniyorum.. yanlış yazmazsın..”
Ben de başımla tasdik ettim; eyvallah… Ali ağabey, gözlerimin içine bakarak anlamış olmalı ‘doğruları yazmak’ üzere yola çıktığımı.
Asker-polis kontrol noktalarını Ali ağabey sayesinde atlattım; her kimlik kontrolünde “Benim yeğenimdir” diyordu. Rahatlıkla geçtim gittim Tunceli’ye…
Dönemim Tunceli Emniyet Müdürü’nden işittiğim azarı hayatım boyunca unutamam! Bana sürekli olarak “Senin ne işin var burada..!?” diye sorup durmuştu! Dönemim Valisi Atıl Üzelgün ve Belediye Başkanı Mazlum Arslan ise çok olumlu karşılamıştı benim Tunceli’ye ‘kaçak’ girişimi.
Birkaç günlük Tunceli ziyaretimde anladım ki, bizim medya olayları uzaktan farklı anlamış, farklı algılamış ve farklı anlatmış! İşin gerçeği, Tunceli’de olağandışı pek bir şey yoktu… Tunceli halkı beni oldukça sıcak ve samimi karşıladı. Munzur etrafında piknik yapan ailelerin sofralarına konuk oldum. Sivil polislerin beni adım adım takip ediyor olmasından ne ben rahatsız oldum ne de yerli halk..
Türk ve dünya basını öyle bir Tunceli tablosu çizmişti ki, oraya gitmek ateşe atılmaktı, Tunceli yanıyordu, Tunceli’de halk açlıktan ölmek üzereydi, Tunceli’de hayat bitmişti..!
Gitmemiş olsaydım, Tunceli’yi gözlerimle görmemiş olsaydım ben de sahte tabloya inanacaktım.
İstanbul’a birçok belge-bilgi ve fotoğrafla döndüm; yalnızca tanık olduğum gerçekleri yazdım.
Haber, Türkiye Gazetesi’nin 26 Ağustos 1995 tarihli nüshasında baş sayfadan “İŞTE TUNCELİ” başlığı ile manşetten verilmişti.
Haberin spotunda, Tunceli halkının basına verdiği mesaj oldukça dikkat çekiciydi:

“BİZİ RAHAT BIRAKIN!”